3 Nisan 2011 Pazar

Imamin ordusu..24-48 sayfa....


ftiralarda bulunmuş... Hacı Bayram Veli, kendi döneminde çok sayıdaki sevenleri
sayesinde sahip olduğu büyük nüfuzu dâima devlet için kullanmış, onun tavsiye,
fikir ve dualarını alan idareciler bunun bereketini görmüşlerdir. Onu devlet için bir
tehlike göstermek isteyenlerin bugün adları bile hatırlanmazken, onun fikirlerinin
ve mânevî tasarrufunun hâlen geçerliliğini sürdürdüğü, kabrinin her gün binlerce
mümin tarafından ziyaret edilmesinden ve ismi geçtiğinde hayırla yâd edilmesinden
anlaşılmaktadır...”
Komünizmle Mücadele Derneği kurucusu
Gülen Edirne’de imamlığa başlamasından 2 yıl sonra 1961’de askere gitti. Usta
erlik dönemini geçirdiği İskenderun’da verdiği bir vaaz nedeniyle mahkemeye sevk
edilse de aklandı ancak verilen disiplin cezası uyarınca 10 gün askeri hapishanede
yattı. Askerliğini bitirdiği 1963 yılından sonra yaklaşık 1 sene Erzurum’da ailesinin
yanında kalan ve dini hassasiyetleri nedeniyle komünizme karşı mücadeleyi
öncelikli görevleri arasında gören Gülen bu dönemde memleketinde Komünizmle
Mücadele Derneği kuruculuğunu yaptı. İdeolojik ve politik olarak komünizmin
dünya görüşüne karşı olan İslami hareketin bütün stratejisi, en genel anlamda
sosyalist hareketin gelişmesini engellemekti. Gülen hareketinin ideolojik gıdası da
zaten Türk İslam sentezi ve komünizm düşmanlığıydı. Gülen, “Büyük çoğunluğu
itibarıyla bu nesil kozmopolitleşti, ateizme yelken açtı ve komünizm, sosyalizm
erozyonlarıyla her bir vadiye sürüklenip gitti... Mesela, Karl Marks bir Yahudi’dir;
ortaya attığı komünizm, kapitalizm karşısında ilk bakışta iyi bir alternatif gibi
görünür ama esasen o, balın içine karıştırılmış öldürücü bir zehirdir...”25 yazar
kitaplarının birinde. 4 Aralık 2001 tarihli “Müşterek Nokta” başlıklı yazısında da
Gülen bu ideoljik düşmanlıkla hayata geçirilen derneğin nasıl açıldığını şöyle
anlatır: “...Ve yine bu devreye ait bir teşebbüs de Erzurum’da Komünizmle
Mücadele Derneği’ni açma teşebbüsümüz oldu. O güne kadar sadece İzmir’de
vardı. İkincisi de Erzurum’da bizim gayretlerimizle açılacaktı. İsmi Ali’ydi, bir
arkadaşı İzmir’e gönderip tüzük getirttik. Derneği kuracaktık. Ben bir vaazdan
sonra anons ettim ve gençlerle Caferiye Camiinin önünde toplandık. Gayemiz
komünizme karşı örgütlenmekti. Dernek ve cemiyet işlerinden anlayan bir akrabam
vardı. O gelip bizi uyardı, bize yol gösterdi... Tabii, o gün için içimizde kanunları
bilen de yoktu. Zaten Erzurum’daki arkadaşlar da, benim derneklerle bu kadar içlidışlı
olmamı biraz fazla buluyorlardı. Benim hareketlerimden rahatsız oldular. ‘Bu
Komünizmle Mücadele Derneği’ de nerden çıktı? Sen, ‘Nurları oku. Bundan iyi
mücadele olmaz.’ dediler. Daha sonra da ‘Meğer biz yanılmışız’ diyecekler ve
25 Fethullah Gülen, Fasıldan Fasıla-1
26
Komünizmle Mücadele Derneğini onlar kuracaklardı. Fakat o gün için benim
teşebbüslerim yadırganıp tenkit konusu yapılıyordu…”26
Gülen’in kaleminden askere methiye
1979 yılında, devlet elden gidiyor diye fetvalar veren Gülen, devletin bütün
kurumlarını siyasal sürece müdahale etmeye çağırıyordu. Elbette ki göreve
çağırdığı kurumların başında da asker geliyordu. Sızıntı Dergisinin 1979
Haziran’ında yayımlanan “Asker” başlıklı yazısında, “Her milletin tarihinde askeri
bir tepe varlıktır... Bir de anadan doğma asker-millet vardır. O, asker doğar,
askerlik türkülerinden ninniler dinler ve asker olarak ölür. Âşıktır askerliğe, serhat
boylarına, akına ve kavgaya... Onun süngüsü, yüz defa iniltimizi dindirdi ve
ateşimize su serpti. Yakın tarihimizde dahi kaç defa onda mazinin tebessüm eden
çehresini ve yıldırımlaşan celadetini gördük... Eğer, atik davranıp da yıllardan beri
hazırlanan karanlık emellerin önüne geçilmeseydi, bütün bir millet olarak inkisar
içinde ağlamadan başka çaremiz kalmayacaktı. Tuğa selam, sancağa selam ve
ölçülerimiz içinde onu tutan yüce başa binlerce selam...” diyordu.27
12 Eylül darbesine alkış
Derken beklenen ve Gülen’in de istediği olmuş, darbe gerçekleşmişti. Cemaatin
Sızıntı’sı, 12 Eylül darbesini de Ekim 1980’de yayımlanan Gülen’in imzasını
taşıyan “Son Karakol” başlıklı yazısında belirttiği gibi büyük bir sevinçle alkışlar:
“Millet teknesi, sağa sola yalpa yapan bir vapur gibi, batması her an mukadder
görünüyordu. Dillerde binbir yabancı türkü, dudaklarda binbir öldürücü şarap…
Kimi erotizmle sarhoş, kimi libido ile kimi existansiyalizmden meded umuyor, kimi
hezeyan felsefesine dilbeste… Tatmin edilememiş, doyurulamamış ve hatta
terkedilmiş bir neslin, çeşitli kamplara ayrılması ve birbirini kıran kırana
öldürmesi gayet normal değil mi?.. Bu güne kadar onun iç inkırazını sezebildik mi?
Onu soysuzlaştıran sebeplere inebildik mi? Halbuki, ona canavarlık öğreten
tiranlar karşısında, siyanet meleği gibi onun yanında olmalı değil miydik…
Yıllardan beri, binbir saldırı ile rehnedar olmuş bir bünye, böyle hemen bir
mualece ile iyi edilemeyeceği de muhakkaktı. Daha köklü ve daha gönülden bir
hareket gerekliydi ki, milli bünyeyi kemiren yıllanmış seretanlar (kanser) berteraf
edilebilsin. Ve işte şimdi, binbir ümit ve sevinç içinde, asırlık bekleyişin tuluû
saydığımız, bu son dirilişi, son karakolun varlık ve bekasına alamet sayıyor;
ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere
26 http://tr.fgulen.com/content/view/3163/157/
27 Sızıntı Dergisi sayı 5
27
daha selam duruyoruz… Sahnenin bu rengârenk aldatıcılığı, ortalığı inleten valsin
korkunç uyutuculuğu ve kostümün göz bağlayıcılığı karşısında, oynanan oyunun
gerçek yüz ve vahşetini ilk sezen, son karakolun kahraman bekçileri oldu. Bu
sezme, ümit dünyamızda yeniden kendimize gelmemizi ve kendi kendimizi idrak
etmemizi temin etti. Aslında buna bir sezme demek de uygun değildir. Bu, düşmanı
kıskıvrak yakalama ve bir zaferdir. İçtimâî bünyenin, haricî bir kısım erâciften
temizlenme, arındırılma ve aslına ircâ zaferi. Bu zafer, kendinden ümit edilenleri
getirdiği takdirde, Türk’ün zaferler hanesinde en muallâ yeri işgal edecektir. Böyle
bir ilk tefahhüs ve sezişe, başka bir yazımızda selam durulmuş ve gaziler ocağının
yiğit eri Mehmetçiğe teşekkürler sunulmuştu.”28
6 yıl kaçak yaşadı!
Alkışlar tuttuğu bu darbe döneminde, İzmir Bornova’da vaiz olan Gülen iddiasına
göre şartlarının ağırlaşması üzerine görevini istediği gibi yapamadığı gerekçesiyle
sürekli doktor raporları alarak görevine gitmiyordu. Derken 1980 Kasım ayında
tayini Çanakkale’ye çıksa da yine doktor raporuyla görevine başlamadı. 20 Mart
1981’de vaizlik görevinden istifa etti. Burada ilginç olan ise 12 Eylül darbesinin
ertesi günü gözaltına alınacaklar listesinde adı bulunan Gülen hakkında arama
kararı bulunmasıydı. Ülkede darbeyi gerçekleştirerek devlet yönetimine el koyan
cunta kendi memurunu arıyor ama bulamıyordu. 1 milyondan fazla kişinin
gözaltına alınıp tutuklandığı bir süreçte bir türlü bulunamayan Gülen iddiasına göre
1986 yılına dek Anadolu’yu dolaştı. Derken 12 Ocak 1986’da Burdur’da gözaltına
alındı: “12 Eylül dönemiydi ve Fethullah Gülen, gözaltına alınması gerekenler
listesindeydi… İzmir’deki Güney Deniz Saha Komutanı Koramiral Fahrettin İçmiz,
Gülen’i tanıyordu. Fakat 12 Eylül 1980 ihtilalinden kısa süre önce bu komutan
Ankara’ya tayin oldu. Bu komutanın İzmir’den ayrılması Gülen için sıkıntılı bir
dönemin başlangıcı oldu. Çünkü İzmir’deki bir tugay komutanı olan Tuğgeneral
Hayri Terzioğlu Gülen’e karşı önyargılıydı ve ihtilal gecesi kaldığı eve baskın
düzenledi. Böylece ihtilalin ertesi günü Sıkıyönetim emri ile aranan bir kişi
durumuna düşen Gülen, ihtilal şartlarında uzun süre cezaevinde kalırım endişesiyle
teslim olmadı. Ankara’da Milli Güvenlik Konseyi Genel Sekreteri Orgeneral
Haydar Saltık’ın yardımcısı Tuğgeneral Hasan Sağlam devreye girdi ve Gülen için
İzmir’deki komutan Terzioğlu’nu aradı. Ancak daha sonra tümgeneralliğe terfi
eden Terzioğlu’nun Gülen’e karşı tutumunda bir yumuşama olmadı… Böylece altı
yıl boyunca aranan Gülen bu süreçte hep Türkiye’deydi, hiç yurtdışına çıkmadı.
Nihayet 12 Ocak 1986 günü Burdur’da, gözaltına alındı. Bunun üzerine dönemin
Başbakanı Turgut Özal devreye girdi. Özal’ın, ‘Memlekette hala sıkıyönetim mi
28 Sızıntı Dergisi, sayı 21
28
var. Bir suçu varsa mahkemeye sevk edilsin, suçu yoksa serbest bırakılsın’ demesi
üzerine bir gece Burdur Emniyeti’nde gözaltına alınan Gülen ertesi gün İzmir’e
götürülüp serbest bırakıldı.”29
Altın Nesil ülküsü
AKP iktidarıyla demokrasinin geleceğine inanan hayaller kuran kimi aklı
evvellerin, cemaatinin desteğiyle de yürütülen Ergenekon soruşturmaları vesilesiyle
askerin geriletmesini de sağladığı için neredeyse demokrasi kahramanı ilan ettikleri
Gülen’in 1980 darbesine de bu kadar sevinmesinin ardındaki neden kuşkusuz ki
önünün açıldığını görmektendi. Hoca Efendi, daha sonra kendisine düşman olacak
askerin boşalttığı meydanda eğitim hamlesini de başlatır böylece. Dini
hassasiyetleri kullanıp, “Çocuklarınızı bedava ve millî değerlerinize bağlı olarak
okutmak istiyorsanız bize verin” ajitasyonuyla alıp şimdi her biri Türkiye’yi
yönetenlerin arasında olan kadrolarının yetişmesini sağlar. Çünkü Gülen’in her
daim gözyaşları içinde dile getirdiği “Altın Nesil” yaratma ülküsüdür.
Fethullah Gülen’in, 1975’te İzmir’de düzenlenen “Altın Nesil” başlıklı konferansta
yaptığı konuşmada, “....Yunanlı bir şey bekler: O dünyayı kirden, pastan
kurtaracak bir Heraklit bekler. Hristiyan insanlığı kurtaracak Mesih intizar
etmektedir. Alevî de bir gayb imam, ‘muntazır imam’ beklemektedir. Biz de bir şey
bekliyoruz. Eğer onu beklememizde Allah nezdinde bir mahsur yoksa; hem içini,
hem dışını fetheden ‘altın nesil’ bekliyoruz. Daha doğrusu biz kimseyi
beklemiyoruz, ‘altın nesil’ olmayı düşünüyoruz” diye anlatır ülküsünü. Bu sözlerin
üzerinden 35 yıl geçti. Gülen, bu süre boyunca kimi zaman konuşmasında, kimi
zaman şiirinde durmadan, usanmadan ve soyadına inat her bahsi geçtiğinde hep
ağlayarak, “Altın Nesil” diye adlandırdığı bu hayalinden bahsetti. “Örnekleri
Kendinden Bir Hareket” isimli kitabında, “yolları gözlenen bir nesil” dediği, her
biri Işık Evleri’nde yetişen ve hareketin hedefleri doğrultusunda çalışan bu
gönüllüler “Işık Süvarileri, Kur’an Nesli, Hakk Aşığı, Fecir (Tan) Süvarileri” gibi
adlarla ansa da bu projenin en yaygın bilinen adı hep “Altın Nesil” oldu. Sürekli
olarak maarifin vaat ettiklerine güvenmeyip kendi iradelerini yaratmaları gerektiği
konusunda Sızıntı dergisinden okuyucularına, vaazlarından müritlerine
sesleniyordu. Bir gün, Sızıntı Dergisinin 1992 Şubat sayısında yer alan “Işık Evler
2” başlıklı yazısında artık altın neslin üretildiği okulların hayalinden değil,
gerçeğinden, “Işık Evleri”nden bahsetti: “Bu ülkede yıllar ve yıllar matemle
inlemeye itilmiş nesiller, rûhlarındaki kasvetleri dağıtıp tali’lerinin önünü kesen
karanlıkları yırtacak ve onları alıp aydınlıklara çıkaracak fevkalâdeden bir inâyet
29 Faruk Mercan, Fethullah Gülen, Doğan Kitap
29
eli düşleyip durmuşlardı. Işık evler, gökler ötesine açık o nûr efşân iklimleriyle,
hülya ve ümit, tahassur ve hicran, ızdırap ve hafakan dolu bütün sinelerin böyle bir
beklentisinin cevabı oldu. İşte bu dönem, dev nebülözler gibi, her yana kollarını
salmış bulunan ışık komplekslerinin, bütün zulmetleri bir bir yırtma, topyekûn
karanlıklarla hesaplaşma, inanan insanlar arasında her türlü alâkaya merkez,
bütün rûhanî zevklere kaynak, umum ma’nevî ihtiyaçlara mercî ve her seviyedeki
insanı, aklî, rûhî, kalbî ve hissî beklentileriyle kucaklama dönemidir.”30
İlk göz ağrısı Yamanlar Koleji
Gülen, tokadını yemese de dersini çıkardığı darbeye giden süreçten öğrendiklerini
cemaatine de aktarıyordu. Fethullahçılar, ne komünistlerle ne de devletle
çatışmayıp kan akıtmayacaktı. Çünkü nihai hedefe sadece dört bir yanda örgütlü bir
eğitimle dini hassasiyeti kuvvetli, mütedeyyin kadrolar yetiştirerek de ulaşılabilirdi.
Bunun yolunu açan da Turgut Özal oldu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi 1980
darbesi sonrası yükselen dinci-gerici fikri akımlar içinde Fethullahçılar mayası en
iyi tutan örgüttü. Bunda hem darbe döneminin hem de Turgut Özal liderliğindeki
sözümona sivil ANAP iktidarı döneminin tüm nimetlerinden faydalanmasının etkisi
de yadsınamaz bir gerçek elbet. Zaten biyografisinde de Gülen, 12 Eylül 1980’den
bir hafta önce, son kez vaaz verdiği camiye kendisini dinlemeye Turgut Özal’ın
geldiğini, sonra da başbaşa konuştuklarını anlatmıştı.31 İşte o Özal 1986′da
Başbakan iken, açılışını Cumhurbaşkanı olarak Kenan Evren’in yaptığı “Kendi
okulunu kendin yap” kampanyasını başlatmıştı. Özal vakıfların, derneklerin de özel
teşebbüs olarak okul açabilmesi için yasal düzenlemeye gidince, Gülen’in İzmir
Bozyaka’da imamlık yaparken yakından ilgilendiği Kuran kursu öğrencileri için
1977’de açtığı yurt, Yamanlar Koleji adıyla okula çevirerek yıllar sonra tüm
dünyaya yayılacak okullar zincirinin de başlangıcı oluyordu. Sonra halkaların
devamı geldi. Ömer Laçiner Birikim Dergisi’nde Ağustos 1995’te yayımlanan,
“Postmodern Bir Dinî Hareket: Fethullah Hoca Cemaati” başlıklı yazısında Gülen
okullarına ilişkin yaptığı değerlendirmede şöyle yazıyordu: “Fethullah Hoca ve
çevresi için devletin ve toplumun sinir merkezlerini, hayati faaliyetlerini, kısaca en
genel anlamıyla yönetim ve yönlendirme ağını oluşturacak gayet seçkin bir
kadroyu yetiştirmek, onların nezdinde iktidarı elde etmenin öncesinde kesinlikle
tamamlanmış olması gereken bir etap, iktidar olmanın önkoşuludur. Hatta bu koşul
henüz gerçekleşmemişken iktidarı elde etmenin vahim bir yanılgı olduğunu
düşündüklerini dahi söyleyebiliriz.”32
30 Sızıntı Dergisi, Şubat 1992, Sayı 157
31 http://tr.fgulen.com/content/view/3499/5/
32 Birikim Dergisi, Sayı 76
30
Yani Gülen, nihai hedefine ulaşma yolunda yetiştirilecek ve Altın Nesil olarak
tanımladığı geleceğin ülkeyi yönetecek ve böylece kendi mutlak iradesini de
sağlayacak İslamcı kadroları bu okullarda yetiştirilecekti.
28 Şubat ve Fethullah Gülen
Gülen hareketi 1990’lara gelindiğinde doğduğu fikri akımın, Nurculuğun bile
önüne geçen en büyük dini topluluklardan biri oldu. Siyasal İslam legal alanda
yükseldikçe Fethullahçılar da daha bir görünür olmaya başladı. Turgut Özal’ın
açtığı yola sosyalistler hariç yelpazenin her yanında bulunan diğer siyasetçiler de
girmekte zorlanmayınca medyada Gülen adının ünlü politik şahsiyetlerle birlikte
anılmasıyla daha sık karşılaşır olundu. Öyle ki lideri olduğu cemaat günün
şartlarına göre Bülent Ecevit’i bile desteklerken İslami partileşme sürecinin mimarı
Necmettin Erbakan’a sırtını dönerek 28 Şubat 1997 darbesinin yanında saf
duracaktı.
AKP iktidarıyla birlikte yürütülen ve Türkiye’de bir derin devlet temizliği
yapıldığına inanmamız istenen Ergenekon soruşturmalarının bugün itibarıyla
geldiği nokta devletin bağırsak temizliğinden çok 28 Şubat’ın rövanşıdır aslında.
İlginç olan ise bu rövanşist operasyon ve soruşturmaları yürütenlere yönelik
Fethullahçılık suçlamaları yapılmasıdır. Konunun ilginçliği Fethullah Gülen’in 28
Şubat darbesinde takındığı tutumdan kaynaklanmaktadır. Çünkü 28 Şubat’a İslamcı
kesimden destek verenlerin başında, kuşkusuz ki ABD menşeli ılımlı İslam’ın
temsilcisi Fethullah Gülen Cemaati bulunuyordu. 12 Eylül darbesini de alkışlarla
karşılamış olan Gülen, askerden kendisinden daha fazla yararlanmasını ister
sözlerle adeta cadı avı yaşanan o karanlık günlere ilerlenirken 28 Şubat sonrasında
televizyon ekranlarında MGK’nın ağzından Erbakan’a sesleniyordu. Bir televizyon
kanalındaki programa konuk olan Gülen’in söylediği “Hükümet gitsin” sözleri
ertesi gün tüm gazetelerin manşetindeydi. Erbakan hükümetinin beceremediğini
söyleyerek gitmesi gerektiğini vurgulayan Gülen programda şunları söylemişti:
“Şimdi Türkiye’yi idare edenler, ekonomi ve anarşi konusunda ve dış politikada
başarılı olsalar da, muhalefetle iyi geçinmeyi becerememişlerdir. Dini, şov
malzemesine çevirip istismar etmişler ve ülkeyi gerilime sürüklemişlerdir.
Türkiye’de Kâhtı Rical (yetişmiş ve yetenekli yönetici) kıtlığı çekilmektedir. Bu
hükümet derhal bırakıp gitmelidir...
Şeriat Kur’an’da sadece bir yerde geçmektedir. Şeriatın % 95’ni oluşturan iman,
ibadet ve şahsi muamelat kısımlarını bugün Türkiye’de tatbikini engelleyen bir
durum yoktur. Geri kalan %4-5 kadarı da hukuk kısmıdır ki bu sadece idarecileri
ilgilendirir. Fertle alakalı değildir...
Kesintisiz 8 yıllık eğitim zannedildiği gibi bir tehlike değildir. İsteyen ortaokuldan
sonra da İmam Hatip’e gidebilir. Bu girişim şer gibi görünse de ileride belki de
31
hayırlara vesiledir. Sadece Erbakan’ın Başbakanlığı döneminde tek bir İmam
Hatip açılmamıştır. Bu bir nasip meselesidir. Diğer bütün başbakanların
döneminde açılmıştır. Şu anda İmam Hatip’lerde ihtiyacın çok üzerinde bir yığılma
görülmektedir. Bu ihtiyaç fazlası farklı merkezlere yönelerek rejim için tehlike arz
edebilir. Rejimi korumakla görevli kurumların haklı hassasiyeti de bu yüzdendir.
Cumhuriyet ve laiklik şimdiye kadar hiçbir dönemde bu denli tehlikeye girmediği
için, onu korumakla görevli kesimler, haklı olarak sesini yükseltmektedir.
Millî Güvenlik Kurulu bir anayasal kurumdur ve kendi İçtihatları gereği ülke ve
rejim için tehdit ve tehlike gördükleri hususlarda tedbir ve teklif getirmeleri elbette
sorumlulukları gereğidir ve bu içtihatları yanlış bile olsa kendilerine sevap getirir.
Bu konuda daha çok söylenecek söz vardır. Ama toplumun bazı kesimleri bunları
hazmetmeye henüz hazır değildir.”33(Buraya gazete küpürü eklenebilir)
“28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de hızlandırdı”
Yine Zaman gazetesi yazarlarından İsmail Ünal’ın, kendisiyle yaptığı söyleşi
kitabında da Gülen, “28 Şubat, ülkenin daha iyi bir noktaya gelmesi adına
Türkiye’de bazı süreçleri geciktirdi mi?” sorusunu, “Geciktirmedi; aksine
hızlandırdı. Hatta 28 Şubat, Türkiye’de demokrasinin yerleşmesini de
hızlandırdı”34 diye yanıtlıyordu. 28 Şubat darbesinin 4. yıldönümünün hemen
ertesinde Zaman gazetesi yazarlarından ve aynı zamanda cemaatin Türkiye’deki
sözcüsü konumunda bulunan Hüseyin Gülerce köşesinde şöyle yazıyordu: “Şimdi
biraz şaşırtıcı gelecek; ama böyle bir zamanda 28 Şubat her iki bakımdan da
yararlı oldu. Hem içte ve dışta rahatlama sağlayarak olumlu değişimi hızlandırdı,
hem de samimi, mazbut büyük İslami çoğunluk ile İslamcı adını lekeleyen,
kullanan, yüce dinimizi vahşete alet etmek isteyen zavallıları ayırdı. Hem ‘siyasal
İslam’ diyenlerin gözü açıldı, hem milletimizin gözü açıldı. İslamcı kesim artık şunu
anladı. Din siyasete alet edilmemeli...”35
Susurluk ve Gülen
AKP’nin ikinci kez tek başına iktidar koltuğuna oturmasından sonra başlatılan
Ergenekon soruşturmaları sırasında ordunun birbiri ardına ortaya çıkan darbe
planlarıyla TSK’nin halk nezdindeki itibarı yerlerde sürünmeye başlamıştı.
İtirazlara ve muhalefetlere rağmen kararlı bir şekilde yürütülen ve bir noktadan
sonra eleştirilemez hale gelen Ergenekon soruşturmalarına en çok sevinen kesim
kuşkusuz ki cemaat yanlılarıydı. TSK o güne dek görülmemiş biçimde eleştiriliyor,
33 Kanal D, 17 Nisan 1997 Yalçın Doğan’la Güncel programı
34 İsmail Ünal, Fethullah Gülen’le Amerika’da Bir Ay, Nil Yayınları
35 Zaman Gazetesi, 29 Şubat 2000
32
haklı olarak her türlü hukuksuzluğu sorgulanabiliyordu. Liderleri Gülen’in, 28
Şubat darbesi sırasında ordunun yanında saf tuttuğunu “unutan” cemaatin
kalemşorları da her fırsatta 28 Şubatta nasıl mağdur olduklarından dem vuruyordu.
Hâlbuki benzer bir süreç Susurluk skandalı sırasında da yaşanmış, başlatılan
soruşturma ve araştırmalar kışlanın kapısına kadar gidebilmiş ve o noktadan sonra
kesintiye uğramıştı. Hoca Efendinin bu konudaki görüşleri de Kutlu Esendemir’in
haberinde yer alacaktı: “29 Mart 1997’de cemaatine ait Samanyolu
Televizyonu’nda katıldığı ve daha sonra da Dr. Osman Özsoy tarafından
‘Fethullah Gülen Hocaefendi ile Canlı Yayında Gündem’ adıyla kitaplaştırılan
konuşmalarında Gülen şu görüşleri savunuyordu:
‘Susurluk bir meselesi bir ayıptır. Bunun üzerine gidilmeliydi. Fakat üzerine
gidilirken aynı zamanda düşünülmeliydi. Devletin de içtihat hataları içinde
bulunan bir hadiseyse, o hadise teşhir masasına yatırıldığında devleti, devletçiliği,
devlet mülahazasını da delme söz konusu olabilirdi. Bu meselenin açıktan açığa
yürütülmesi iyi bir devletçilik anlayışıyla telif edilebilir miydi? Susurluk’la bir
cinayet işlenmiş, bir toplum suçu işlenmişse şayet bunun örtbas edilmesini ben de
istemem. Fakat üslubu her zaman, her yerde, her platformda münakaşa edebilirim.
Bunun temelinde bizim milli birliğimize, milli bütünlüğümüze devlet telakkimize
eğer dokunacak bazı şeyler varsa, bu kapı aralanmamalıydı.
O kapıdan girilince şayet askere olan güvenimiz sarsılacaksa, güvenlik
kuvvetlerine güven sarsılacaksa, meclise olan güven sarsılacaksa, insanlara olan
güven sarsılacaksa, bunun üzerine biraz daha farklı bir yöntemle gidilmeli ve
mesele öyle çözülmeliydi. Suçlular ortaya çıkarılmalı ve ceza verilmeliydi. Medya
savcı olmamalıydı, hâkim olmamalıydı. Bir üslup hatası yapıldı. Bilemiyoruz biraz
da reyting endişesi var mıydı? O kadar seyirci ben de bulayım mülahazası oldu.
Vatansever insanların böyle önemsiz, basit mülahazalardan dolayı devletin
temelini sarsabilecek devlet mülahazamızı delebilecek teşebbüslere gireceğine
ihtimal vermek istemiyorum.’”36 (Buraya Ergenekon süreciyle birlikte
demeçlerindeki değişimi vurgulamak babında “bu işte bir gariplik var” demesi
yerleştirilebilir)
Cemaat küçük bir devlet oldu
Fethullahçılar 1980’ler boyunca baskıyla karşılaşmadıkları için fikren, iş
yaşamında da adeta masonik bir ekonomik örgütlenme modeliyle kendilerine yer
buldukları için “küçük hayırlarla” ekonomik olarak hayli yol katedip “büyük
finanslar” elde etmeyi başardılar. Finans ve banka sektöründen tutun da
metalürjiden otomotiv sanayisine, enerji üretiminden kimya sanayine, gıda
36 Habertürk gazetesi 8 Mart 2009
33
sanayisinden hizmet sektörüne kadar birçok alanda faaliyet yürüten cemaatçiler
1990’lardan itibaren de azımsanmayacak bir parasal güce hükmetmeye başladı.
Fethullah Gülen’in 1966 yılında İzmir Kestanepazarı’nda Diyanet görevlisi bir
imamken başlattığı hareketin günümüzde özellikle finansal hacmi konusunda net
bir bilgi yok. Kendileri açıklamadığı müddetçe kimse de bilemeyecek. Elbette ki
bunda cemaatin finansal kaynaklarının şeffaf olmaması da etken. Belli bir hiyerarşi
içinde hareket eden cemaat, mahallelar bazında bile Türkiye’nin hemen her yerinde
örgütlü. Bu örgütü oluşturan en küçüğünden en büyüğüne dek her birimin en
becerikli ve eğitimli olanlarının arasından seçilen “imam” diye adlandırılan
sorumluları ve yörenin esnaflarından oluşan mütevelli heyetleri de bulunuyor.
Zaten cemaatin ilk ortaya çıktığı günden bu yana finans kaynaklarının bel kemiğini
de “himmet” adı altında yapılan esnaf bağışları oluşturuyordu.37 Artık, “alaylı”
diyeceğimiz bir kuşağı geride bırakan cemaatin şu anki görünen yüzünü temsil
eden “eğitimli” kuşağın son yıllarda birbiri ardına açtığı şirketler ve holdinglerle
bağlı bulundukları bu hareketi artık kâr eden bir yapıya dönüştürdüğü de kesin.
Adını koymak gerekirse Gülen hareketi, milyonlarca ortağı bulunan, finansal
büyüklüğünü kimsenin söyleyemediği ulus ötesi bir “cemaat holdingi” haline geldi.
Öyle ki güçlü finans kaynakları ve sermaye birikimleriyle Türkiye ekonomisi
üzerinde ciddi bir ağırlığa sahip olan İslamcı sermaye gruplarının içinde özellikle
Gülenciler ekonomik olarak İslamcı tekel haline geldi. Günümüzde cemaat
bağlantılı şirketlerin zenginliği sadece tahmin edilebiliyor. Dünyanın birçok
ülkesine yayılan okullar üzerinden yürütülen misyonerlik faaliyetleri ve gönüllülük
çalışmaları eliyle Gülen cemaati küresel ölçekte ciddi bir toplumsal ve siyasal güç
elde etti. Türkiye’yle en çok ilgilenen ve Türkiye’nin de en çok ilgilendiği iki
başkentte Washington ve AB’nin kalbi Brüksel’de lobi çalışmaları yürüten
ekonomik ve siyasi grupları bulunan cemaat; dünyanın birçok yerinde televizyon,
gazeteler ve dergilerden oluşan medya organları, finans kuruluşları, üniversiteler de
dâhil olmak üzere çoğu burslu olmak üzere 2 milyondan fazla öğrencisi bulunan
okul, yurt ve darshaneleriyle38 küçük bir devlet gibi çalışıyor aslında. Gülen
37 Prof. Doğu Ergil’in hazırladığı Timaş Yayınlarından çıkan “100 Soruda Fethullah Gülen ve Hareketi” kitabında
yer alan, “Hareketin finans kaynakları nelerdir? Bağışlar şeklinde başlayan kaynak temini, küresel bir etkinlik ağını
şu anda nasıl ayakta tutmaktadır?” sorusuna Gülen şu yanıtı veriyordu: “Bu projenin arkasında Türkiye’nin bütün
köy, kasaba, ilçe ve illerindeki hayırsever insanların desteği ve ülkemizin en gözde üniversitelerinden mezun olarak
burs miktarı bir maaşla çalışan gencecik öğretmenlerin alın teri var. Benim sadece müşevviki bulunduğum bu
gayretlerin bir halk teşebbüsü olduğunu ve ‘değirmeninin suyu’nun da Anadolu’nun tertemiz bağrından geldiğini
aslında herkes çok iyi biliyor. Ne var ki, bu Anadolu pınarını istedikleri yöne akıtamayanlar kıskançlık, haset ve
kinle onu kurutmaya çalışıyorlar.”
38 Fethullah Gülen, Ankara 2 Nolu DGM’deki davasında avukatlarının yazılı olarak sunduğu savunmada, “Adıma
izafe edilen okullarla ilgili olarak sadece belirli kişilerle değil bütün topluma yönelik biçimde vatandaşlarımızın
eğitim-öğretim alanında yatırım yapmalarını tavsiye etmekten başka bir münasebetim olmadığı ortadadır.
Türkiye’deki özel okulların sahiplerinin kimler olduğuna ilişkin bilgiler, bu okulların kurulmasına izin veren ve
onları denetleyen resmi makamlardan, okulların ait olduğu şirketlere ilişkin ve herkese açık olan ticaret sicillerinden
34
cemaatinin mali gücünün halkı etkilediği kadar, pek çok okumuş yazmış insanı,
entelektüeli, solcuyu, muhalifi, ulusalcıyı etkilemesinde bu iktisadî gücün rolü
olduğunu da akılda tutulması gereken bir anekdot olarak kaydetmek fayda var.
Medyanın önemi
Cemaatin en etkin olarak yer aldığı sektörlerden biri de medyaydı. Uzun yıllar aylık
ve haftalık olarak yayınlanan dergiler aracılığıyla politik sürece dâhil ya da müdâhil
olmaya çalışan cemaatin Sızıntı dergisiyle başlayan, aradaki bir iki ufak dergiyle
birlikte Zaman gazetesiyle süren yayıncılık hayatları da 1990’larda patlama yaptı.
Çok hızlı ve ciddi bir gelişme eğilimi gösteren ancak mevcut yayın politikasının bu
gelişime ayak uyduramadığını fark eden cemaat yeni ve sürece uygun politikalar
üreterek toplumsal gelişmelere hâkim olmak ve yön vermek için öncelikle var olan
gazete ve dergilerinde içerikten yayın politikasına dek ciddi değişikliğe gitti.
Hemen ardından da Samanyolu ve Kanal 7 başta olmak üzere birçok televizyon
kanalı, radyo istasyonu, dergiler, yeni gazeteler ve gelişen teknolojiyle birlikte
internet sitelerini de medya ağına kattı.39 Çünkü medya hem gündelik politik sürece
müdahale etmede hem de psikolojik savaşın yürütülmesinde, dezenformasyon ve
bilgi kirliliği yaratılarak toplumu yönlendirmede de çok önemli bir araçtı. AKP
iktidarının kimi zaman azgın bir totaliterlik sergileyerek sadece kendi yandaşları ve
Fethullahçıların hâkim olmasını istediği medya sektörünün, 2010 yılına
gelindiğinde yarıdan fazlası bu zihniyetin eline geçmişti. Kalanlarsa zaten medya
sermayesinin çetrefilli yapısı ve hükümetlerle girdiği akçeli işler ve vergi
kaçakçılığı gibi defoları nedeniyle sesini çıkaramaz hale geldi.
AKP iktidarıyla gelen sıçrama
Türkiye’deki politik gücünü, daha görünür olduğu 1990’lı yıllardan itibaren
genelde iktidara aday kimi partilere sağladığı destekle arttıran ve dolayısıyla
mevcut gücüne ulaşan bu yapı, desteğinin karşılığını da her zaman gördü. Gülen
hareketi daima ülkenin hem görünürdeki hem de gerçekteki “iktidarına” yakın
durmayı seçti. Refah Partisi ve lideri Necmettin Erbakan’ı iktidardan indiren 28
Şubat sürecinde faydalanılan isim olan Fethullah Gülen, kendisiyle işi biten askerin
gücünü tırpanlamak istemesiyle aleyhinde açılan bir dava nedeniyle ABD’ye
kolaylıkla öğrenilebilir. Buralarda yapılacak araştırma ve incelemelerde şahsımın herhangi bir okul ya da eğitim
kuruluşuna sahip olmadığı ortaya çıkacaktır” dedi.
39 Fethullah Gülen, Ankara 2 Nolu DGM’deki davasında avukatlarının yazılı olarak sunduğu savunmada bu konu
hakkında da, “Bir medya grubunun, finans, sigorta vs. gibi ticari şirketlerinsahibi olduğum doğur değildir. Toplumda
bazı insanların tavsiye ve düşüncelerime daha fazla itibar edip, o yönde faaliyet göstermesi, benim ne onlarla ne de
onların kurdukları ticari, mali kuruluşlarla hususi bir alakamın bulunduğu manasına gelmez” dedi.
35
“hicret” etmek zorunda kaldı. Askerler 28 Şubat’tan sonra bin yıl sürecek bir
döneme girildiğini söylese de iktidardan indirdiği RP’nin küllerinden doğan
AKP’yle siyasal İslam 2002 yılında yeniden, hem de tek başına iktidar oldu.
Erbakan’a rağmen kurulan bu partinin iktidar olmasında, İslamcı hareketin devlet
içerisinde örgütlenerek iktidarı ele geçirme stratejisinin en iyi uygulayıcılarından
olan Gülen cemaatinin verdiği destek önemli bir rol oynadı. AKP’nin iktidara
gelmesini ve sonraki seçimlerde iktidarda kalmasını sağlayacak cemaat oylarına
duyduğu ihtiyaç, cemaatin de devlet kadrolarında örgütlenmesini sağlayacak
iktidara olan ihtiyaçla birleşince bu pragmatik çıkar ilişkisi devletin idari yapısında
yıllardır süregelen örgütlenmenin AKP iktidarıyla hızlanmasını da sağladı. Aynı
zamanda ekonomik ve sosyal alanda da aktif olan cemaat üyelerinin ilişkileriyle de
kamusal alanda daha fazla görünür olan Gülen cemaati, Ergenekon
soruşturmalarının en olumlu sonucu olarak askerin demokratik siyaset alanından
kısmen de olsa çekilmesinin yarattığı boşluğu da değerlendirerek son yıllarda
Türkiye’nin iç politikasında ciddi bir etkinliği olan bir güç haline geldi. AKP
iktidarının sistem içerisinde örgütlenmede ciddi bir avantaj yarattığı İslamcı
akımlar bütün bakanlıklarda kadrolaşmasını en tepeden en alta kadar tamamladı.
Başta Milli Eğitim ve İçişleri Bakanlığı olmak üzere Sağlık, Ulaştırma, Bayındırlık,
Tarım ve Köyişleri ve hatta son dönemde sol gelenekten gelen Ertuğrul Günay’ın
başında bulunduğu Kültür Bakanlığı ile bunlara ait bütün genel müdürlüklerin,
bölge ve il müdürlüklerinin çok önemli bir kesimi değiştirildi. Atananların tamamı
İslamcı gelenekten gelen kadrolardı. Yapılan tasfiyelerle gönderilenlerin yerine
gelenler ise geçmiş dönemlerde İslamcı oldukları iddiasıyla görevden alınan
bürokrat ve memurlardı.
Örgütlenmenin adresi Emniyet
Üst düzey bir emniyet müdürünün iddiasına göre 5 milyonun üzerinde yetişkin
mürit ve milyarlarca dolarlık bir finansal gücü ellerinde bulunduran
Fethullahçıların en büyük özelliklerinden birisi de Türkiye’de en fazla dershane ve
okul sahibi olmaları. Zaten “Altın Nesil” adını verdikleri proje, eğitim yoluyla
Türkiye’nin idari yapısında yer alacak kadroların yetiştirilmesi anlamına geliyordu.
Günümüzdeki mevcut duruma bakınca başarılı olmadıklarını da kimse iddia
edemez. 1980 darbesi dönemde dini hassasiyeti bulunan ama bu hassasiyetin
derecesini iktidara karşı hiçbir zaman belli etmeyen kadrolar yavaş yavaş ama
giderek fazlalaşarak bürokrasinin içinde yer almaya başlamıştı. 1980’lerin
ortalarından itibaren de örgütlenilmek istenen alanların içinde en çok öne çıkan
adres Emniyet oluyordu. Ve bu kurumda, hem yatay hem de dikey olarak,
sistematik bir biçimde örgütlenmeye çalışan tek yapı Fethullahçılardı. Cemaatin her
daim sızmak istedikleri yer olan TSK içinde istedikleri biçimde bir yapısal
36
örgütlenme kuramamaları üzerine ülkenin ikinci silahlı gücü olan Emniyete el
attılar. Buradaki örgütlenmenin başladığı yer de, cemaatin eğitimle örgütlenme
modeline uygun olarak Polis Kolejleri ve Polis Akademisiydi. Okullarda cemaatçi
öğrenci imamlar ve hocaların koruma zırhında eğitilen öğrenciler mezun
olduklarında da “cemaatin görevlendirdiği” birimlerde kadrolaşmaya devam etti.
Emniyet cemaatin silahlı birimi mi?
Kimi zaman kendilerin gizlemek zorunda kalsalar da, haklarında soruşturmalar da
açılsa hiçbir zaman hız kesmedikleri Emniyet içi örgütlenmelerinde en önem
verdikleri birimler ise Polis Okulları, Personel, İstihbarat, KOM Daireleri ile bu
birimlere bağlı şube müdürlükleriydi. 25 yıldan uzun bir zaman önce başlayan
çalışma 2000’li yıllarda meyvelerini vermiş ve polis teşkilatı adeta cemaatin silahlı
birimi haline getirilmişti. (Bu ifade hukuki sorun yaratır mı?) Emniyet içinde
örgütlenmenin en önemli amaçlarından birisinin, dini akımlardan birinden
hazzetmeyen TSK’nin karşısında durabilecek silahlı bir gücün olması ve aynı
zamanda bir emir komuta hiyerarşisinin bulunması olduğuna yönelik bu tezimiz,
aynı zamanda kitaba “İmamın Ordusu” adını koymamıza da ilham kaynağı oldu.
Adli soruşturmaların kolluk gücünü oluşturan polis teşkilatında örgütlenme
cemaate dokunulmazlık ve güven sağlayacak silahlı bir resmi güç aynı zamanda
devlet kaynaklarından son derecede önemli ve kesintisiz istihbarat akışının da
kaynağı olacaktı. Çünkü Fethullahçıların örgütlenmesinin önünü açan ya da
sağlamlaştıran en önemli olgu kuşkusuz ki bilgiye sahip olmaktı. Bunun için en çok
önem verilen kurumların başında da polis teşkilatı geliyordu. Cemaat için emniyet
başta olmak üzere diğer önemli örgütlenme alanlarından biri olan yargı ve
Türkiye’nin idari yapısının belirlendiği mülkiye kadrolaşması da gücün
pekiştirilmesini sağlayarak devlet olmanın önünü açacaktı.
Bu kadrolaşmanın önünün açılmasında AKP’nin oynadığı rol de küçümsenemez
elbet. Ergenekon ve ilintili soruşturmalarla ordunun vesayetinin kırıldığı bir gerçek.
Ancak üniformalıların kırılan vesayetinin, kravatlılarca ele geçirilen yeni bir
vesayet rejimi yarattığı endişesinin de toplumun kimi kesimlerinde hakim olduğu
da bir başka gerçek. Yani ordunun vesayetinin “demokrasi” adına kırıldığına
ininmamız istenirken bir yandan da iktidarını daha da sağlamlaştıran AKP eliyle
neoliberal politikaların hız kesmeden hayatımızın her alanına yayılması
sağlanıyordu. AKP’ye, politikalarına, söyledikleri ve yaptıklarına da haddini
bildirmek de elbette polis teşkilatına düşüyordu. En basit hak talepleriyle sokağa
çıkan öğrencilerden, kadınlara, işçilerden, memurlara kadar herkes adeta bir şova
dönüşen polis şiddetinden nasibini alıyordu. Çünkü AKP’de her iktidar gibi, silaha
yani güce sahip olanın son sözü söyleyen olacağını biliyordu. Madem TSK’yle
doku uyuşmazlığı vardı o halde diğer silahlı birim olan emniyet iktidarın yanında
37
olmalıydı. Başbakan Tayyip Erdoğan da zaten, Dolmabahçe’de gösteri yapan
öğrencilere yönelik şiddet sonrasındaki eleştirilere, “Ben polisimi ezdirtmem”
diyerek karşı çıkışıyla polisin neden iktidarın yanında durması gerektiğini de
özetlemiş oluyordu.
İktidarın polise desteği elbet bununla bitmiyordu. Polislerin askerlikten muaf
tutulmasının yanısıra 2011 bütçesinde, emniyete ayrılan pay bir önceki yıla göre
yüzde 23,2 oranında arttırılarak, 10 milyar 578 milyon TL'ye çıkartıldı. 2006
yılından itibaren düzenli olarak bütçeden aldığı pay arttırılan polis teşkilatının
neredeyse TSK'nin tümüne ayrılan paya yaklaşan bütçe oranına sahip olması her
iktidarın kendisine yakın üniformalılara egemenlik sağladığının da göstergesiydi.
Bu tezi doğrulayan bir diğer gelişme ise 2011 yılı başında çıkarılan“Harp Silahları,
Bunların Aksam ve Parçalarının İthali'ne İlişkin Tebliği” oldu. Düzenlemeye göre
(93.01 kod kapsamındaki silahlar ne? Bunların arasında geçişi vahim silahlar varsa
bunları bu kısımda belirtmek gerek… 93.01’in ne olduğu) Emniyet Genel
Müdürlüğü’ne de ağır harp silahları ithal etme yetkisi veriliyordu. Böylece Milli
Savunma Bakanlığı, Jandarma Genel Komutanlığı, Sahil Güvenlik Komutanlığı,
Milli İstihbarat Teşkilatı, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Olağanüstü Hal Bölge
Valiliği tarafından ya da bu kuruluşlarca yetki verilen kurum ve kuruluşlarca ağır
harp silahları ithal edilebilmesinin yolu açılmış oldu. Tüm bu gelişmeler, TSK ile
kavgalıymış gibi görünen siyasi iktidarın asker içindeki darbeci tehditlere karşı bir
denge unsuru olarak polis teşkilatını yeniden yapılandırmaya çalıştığını
kanıtlıyordu adeta. Ağır harp silahlarıyla donatılmış ve yaklaşık 250 bin olan sayısı
arttırılmak istenen polis teşkilatı gerektiğinde iktidarın özel muhafiz gücü olarak mı
kullanılacak bunu bize zaman gösterecek.
Askerin psikolojik savaş hamlesi
Cemaatin emniyet içinde başlattığı örgütlenme hamlesinin önü süreç içinde kimi
zaman basında yer alan haberler ya da kurum içinden yapılan ihbarlarla kesilmek
istendi. Ama bu çaba da bir yere ulaşamadı. İlgili devlet istihbarat kuruluşlarının
yürüttüğü çalışmalara, ihbarlara ve ele geçen bilgi ve belgelere rağmen
Fethullahçılıkla suçlananlar yerine, disiplin yönetmelikleri ve yasalar hep bu
yapıyla mücadele edenlere karşı uygulandı. Bu gerçekten yola çıkarak
Fethullahçılığın geldiği noktayı tehlike olarak gören ve kendisine hedef seçen
kurumların başında TSK geliyordu. Cemaatin kendi içlerine de sızma çalışmalarını,
Ergenekon ve ilgili soruşturmalarda görüldüğü üzere kimi zaman yetersiz de
kalarak önlemeye çalışan TSK, özellikle 28 Şubat 1997’deki postmodern diye
anılan darbe sonrasında her alanda iktidarı ele geçirmişti. Siyasal alanda ağırlığını
ve demokrasi üzerindeki gölgesini fazlasıyla hissettiren ordunun en büyük desteği
aldığı o dönem medyasının yaptığı haberlerle ülkede adeta cadı avı başlatılmıştı.
38
Tıpkı bugünlerde, sistemin işine gelmediği herkesin Ergenekoncu olarak
fişlenmesine benzer bir şekilde siyasetçisinden, öğretmenine, bürokratından,
sermaye sahibine kadar herkes şeriatçı, tarikatçı ya da cemaatçi olmakla suçlanıyor
bu suçlamalarda yürütülen psikolojik savaş unsurlarıyla destekleniyordu.
Medyaya servis edilen Fethullah Gülen kasetleri
O dönemin emniyet kadroları tarafından, devleti ele geçirmeye çalıştığı ve
cemaatinin ileride laik Cumhuriyet’e karşı bir kalkışmaya hazırladığı iddiasıyla
hakkında rapor hazırladığı Nur Cemaati’nin lideri Fethullah Gülen’in müritlerine
yönelik yaptığı konuşma kasetleri yürütülen savaşın taktiği olarak medyaya
sızdırıldı. İzmir’de askeri okul öğrencilerinin kendi cemaatine bağlı Işık Evleri’nde
basılmasını takiben Emniyetin yürüttüğü bir soruşturma sonunda hakkında dava
açılmasına ve kendisinin “sağlık kontrolü” gerekçesiyle ABD’ye kaçmasına da
neden olan 18 Haziran 1999’da televizyonda yayınlanan iki ayrı kaset
görüntülerinde de emniyet ve mülkiyede örgütlenmenin önemini belirtiyordu. ATV
ana haber bülteninde yayınlanan görüntülerde 40, yandaşlarına devlet kadrolarının
ele geçirilmesinin önemini anlatan Gülen özellikle mülkiye ve adliyedeki
kadrolaşmanın genişletilmesi gerektiğini vurguluyordu. Yürütülen savaşın
unsurlarından biri olarak medyaya sızdırılan görüntülerde cemaat üyelerine sivri
çıkışlarda bulunmamaları tavsiyesinde bulunan Gülen, aksi takdirde Türkiye’deki
hareketlerinin sonunun Cezayir olacağı uyarısında bulunup, “aynı cephede
sayılabilecekleri” DYP ve RP çizgisindeki siyasal örgütlenmelerle ilişki
kurulmasını gerektiğini anlatıyordu. Kasette yer alan konuşmalarında Gülen şunları
söylüyordu:
“İslamın geleceği adına örgütlenin”
“Arkadaşlarınızın mevcudiyeti, İslam’ın geleceği adına bu işin garantisidir yani.
Bu açıdan Adliye’de, Mülkiye’de veya başka bir hayati müessesede bizim
arkadaşlarımızın mevcudiyeti, öyle ferdi mecburiyetler şeklinde ele alınıp öyle
değerlendirilmemelidir. Yani bunlar gelecek adına bizim o ünitelerde
garantimizdir. İstikbale yürümek için, sistemin püf noktalarını keşfedin. Hálá bu
sistem devam ediyor. Bu sistem içinde arkadaşlarımız istikbale yürüyeceklerdir.
Öyleyse o sistemin püf noktalarını bilmeleri lazım, keşfetmeleri lazım. Aşmaları
lazım. Bu da meselenin diğer bir yanıdır. Kuvvet dengesi olmadığı bir yerde
kuvvete başvurmayacaksınız. Teknik-taktik yerinde sizin kalbiniz önemli. Dıştan
bizi bazıları korkaklıkla itham edecekler. Fırsat bulup, hep yolunuza devam
40 O dönem ATV’de görev yapan gazeteci Mahmut Övür yıllar sonra sözkonusu kasetlerin sonraki süreçte
Ergenekon sanığı olan Ergün Poyraz tarafından getirildiğini açıkladı.
39
ediyorsanız, yine orada o esnekliği gösterecek, o eksantriği kullanacak, geriye
çekiliyor gibi yapacak, fakat adımlarınızı daha açıp ileriye gideceksiniz. İster
Mülkiye’de çalışan arkadaşlarımız olsun, ister Adliye’de çalışan arkadaşlarımız
olsun herkes için sözkonusudur bu. Sivrilmeden, mevcudiyetinizi hissettirmeden çok
ilerlere gitme. Mutlaka riayet edilmesi lazım. Müslümanların belli bir noktaya ve
kıvama gelecekleri ana kadar bu şekilde hizmete devam etmeleri şarttır. Erken
vuruş diyeceğim çıkışlar yaparlarsa, dünya Cezayir’deki gibi başlarını ezer.
Zaiyata meydan verilmemeli. Bu açıdan bizim ister o dairede, ister diğer dairede
arkadaşlarımızın korunması çok önemlidir. Cezayir’i, Suriye’yi, Mısır’ı
yaşamayalım. Çok dikkatli ve çok tedbirli, temkinli hareket etme mecburiyeti var.
Bu hizmetin içinde bulunanlar, bu hizmete göre hizmet vermek isteyenler, her birisi
dünyayı idare edebilecek birer diplomat gibi hareket etmeli. Kendi planında
meseleleri çözdükten sonra, ülkesinde çözmeye çalışmalı. Bazı arkadaşlar birtakım
cesaretli ruhları cesaretlendirmek, secaatlendirmek, birtakım ruhları
heyecanlandırmak için belki kahramanca tavırlara da ihtiyaç vardır, diye
düşünebilirler. Fakat ben kuvvet dengesi olmadığım için şahsen o yol yerine, böyle
kendi düşüncemi yayma, kendi düşünce sistemim adına varlığı, her tarafı fethetme,
ele geçirme yolunu şahsen tercih ederim. Hususiyetle öyle devlet memuru olarak
arkadaşlarımız kahramanlık yapamazlar, fuzuli kahramanlık olur. Gereği yoktur o
tür şeylerin. O sahada daha verimli nasıl olacaklarsa dinimiz adına, İslami
düşüncemiz adına. Ne yapabiliyorlarsa, ben ve onları yapmalıdırlar. Başka
kuvvetler var bu ülkede. Oysaki usulünce gidilebilirdi, onların hissiyatları
alınabilirdi. Onlara sorularak, onları arkamıza alarak yapabilirdik ve yürürdük
orada. Bir şerri aşardık Allah’ın inayetiyle; geriye dönmezdik, falso yaşanmazdı.
Bu Adliye içinde aynen söz konusudur. Yani siz hâkim değilsiniz. Başka kuvvetler
var bu ülkede. Değişik kuvvetleri hesap ederek, böyle dengeli, dikkatli tedbirli,
temkinli yürümekte yarar var ki, geriye adım atmayalım yani. Aynı cephe
sayılabilecek, bize sıcak bakabilen bir çerçeve içinde mütalaa edebileceğimiz
siyasiler vardır. Refah’tan bugünkü manasıyla DYP’ye kadar uzanan siyasi
yelpazedir. Bu insanlarla çatışmadan onlarla aramızdaki farklı müşterekleri ortaya
koyarak, o çizgide belli bir münasebet tesisinde yarar var bence. Hatta gerek
hukuki sahada gerekse mülki sahada icraatlarını diyalog içinde yürütmelerinde
yarar olur. Zıplayacaksın yerinde. Duruyor gibi yapmayacaksın. Müslüman
durmaz yani. Hep akar, çağlar. Baktın ki koşamıyorsun, yerinde zıplayacaksın.
İşler öyle hesap edilmeli ki, en kötü duruma göre, en handikap hale göre hesap
edilmeli. Gerçekten adımlarınızı açarak, iyi bir maratoncu gibi koşacaksın. Ve
hazırız, gerilimdeyiz, tam bir metafizik gerilim içinde, bir boşluk bulunca yeniden
maratona geçeriz. Bazen hasımdan kaçmak bile çok önemli bir manevradır. Şef
dönemi onlar bir kısım şiirlerin mısralarında var. Bir kısım nesir kitaplarında var,
göreceksiniz. Dinlerseniz zulüm dosyalarında var. Başına çarşaf geçirdiğinden
40
dolayı Erzurum’da Cumhuriyet carresinde kadınların asıldığı dönemde, ’Niye
çarşaf giydiniz’ diye demokrasinin rafta, istibdadın milleti kırıp, geçirdiği bir
dönemde. Medrese zaviye gibi işleyen ’şarj evleri’... Bu evler meçhul evlerdir. Bu
evler sizin bildiğiniz gibi evler, minaresi olan, ezan okunduğu zaman herkesin içine
gittiği malum evler değildir. Meçhul ev. Kelime karekteristik olarak seçilmiştir.
Belirsiz evlerdir. Bunlar belirli olamazlar, çünkü o evlere girip, çıkıp insanlar
yakın takiptedir. Elden geldiğince evde kamufle edilmelidirler. Benim kimseye bir
şey tavsiye edecek durumum yok. İmana ve Kuran’a hizmet düşüncesini evlerimizde
gerçekleştirmeyi çalışıyoruz. Sizinde aşına olduğunuz Işık Evlerinde, Işık
komplekslerinde gerçekleştirmeye çalışıyoruz. Arkadaşlarımız, tanıma imkânı ve
fırsatını buldukları bu hizmeti benimsiyorlar, beğeniyorlarsa kendi dünyalarında
da bu sistemi yaşayabilirler. Yanlış bir şey yapan, kıvama ulaşılmadan özleriyle
tam bütünleşmeden gereken mesafe alınmadan bir kısım erken huruç diyebileceğim
çıkışlar yaparlarsa, dünya başlarını ezer. Anayasal müesseselerdeki kuvveti
cephenize çekmeden her adım erken. Kıvama ereceğiniz ana kadar dünyayı
sırtınıza alıp, taşıyabilecek güce ulaşacak ana kadar, o kuvveti temsil edeceğiniz
şeyler elinizde olacağı ana kadar, Türkiye’deki devlet yapısı ölçüsüne göre bütün
anayasal müesseselerdeki kuvveti cephenize çekeceğiz ana kadar her adım erken
sayılır. Biliyorum ki elinizdeki meyve sularının boş kutularını dışarı çıkarken çöp
kutusuna attığınız gibi bu düşünceleri de açık olma yanıyla çöp kutusuna atıp
gideceksiniz...”41
Bilgiye sahip olan güçlüdür
Fethullah Gülen’in altını çizdiği emniyetteki örgütlenmenin en önemli adresi
öncelikle atamaların belirlendiği Personel Dairesi, sonra da teknik takip, izleme ve
dinleme faaliyetlerini yürüten birim olan İstihbarat ve KOM Dairesi Başkanlığı ve
bu birime bağlı il şube müdürlükleriydi. Sadece telefonların dinlenmesiyle bile
rekabet edilemez bir siyasi ve ekonomik güç olunacağının kanıtını da özellikle
teknolojinin gelişmesiyle birlikte daha da yaygınlaşan dinleme olanaklarıyla siyasi
ve ekonomik birçok rakip kişi ve kurumun alt edilmesi hepimize gösterecekti.
Bilgiye sahip olanın güce sahip olacağı inancıyla hareket etmenin meyveleri de
2000’li yıllarda şantaj, itibarsızlaştırma, görevden el çektirtme, siyaset sahnesinden
yok etme gibi olaylarla toplanmaya başlandı.
Hanefi Avcı’nın 2010 Ağustos ayında yayımlanan ve büyük gürültü koparan
kitabında42 cemaatçilerin polis içinde ilk örgütlenmeye başladığı yıllardan itibaren
ilk ele geçirmek istedikleri birimler olan İstihbarat Daire ve KOM Başkanlığı’nın
neden bu kadar önemli olduğu da şöyle anlatılıyordu: “Ülke genelinde istedikleri
41 ATV haber 18 Haziran 1999
42 Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün devlet Bugün Cemaat, Angora Yayıncılık
41
gibi bilgi toplamak, istedikleri kişilerin faaliyetlerini izleyip öğrenmek gayesinde
olanların yaptığı ilk şey Emniyet İstihbarat Dairesini ele geçirmektir. Orada hâkim
konumda olmaları gerekir. Bunu MİT üzerinde etkinlik kurarak da yapabilirler
ama o kurum daha ilerisine müsaade etmez. Eğer sadece bilgi toplamak yerine
haklarında bilgi toplandıkları kurum ve kişiler hakkında adli işlemlerde bulunmak
da isteniyorsa Emniyet Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadale (KOM)
Dairesinde etkin olunması şarttır. Sadece merkezi yapıları değil, operasyonların en
çok yönetileceği başta İstanbul, Ankara olmak üzere bazı önemli illerdeki bu
dairelerin uzantısı şubelerin de ele geçirilmesi gerekir. Eğer sadece bilgi toplamak
ve bunlarla ilgili adli işlem yapmakla da yetinmeyip her memur, asker ve özel
kanunlarla korunan kişiler hakkında da işlem yapmak isteniyorsa, o zaman özel
yetkili mahkemelerin savcıları ve hâkimleri üzerinde de etkin olunması gerekir.
Emniyet İstihbarat Daire Başkanlığı sahip olduğu geniş teknik imkânları ile herkes
hakkında her türlü bilgiyi toplayabilir, kim kimlerle görüşüyor öğrenilebilir, eline
telefon alan herkesin irtibatları ve ilişkileri belirlenebilir. Hiç kimse onlardan
ilişkisini gizleyemez.
Emniyet İDB ve her ildeki şubesi, hatta bazı ilçelerdeki birimlerinin istihbari
dinleme yetkisi vardır. Kişiler dinlenir, izlenir ve bir süre sonra evraklar imha
edilir. Yıllarca her konuda ve her kurumdan toplanmış terabaytlara sığmayan bilgi
bankaları mevcuttur. Dahası kimsenin hesap edemeyeceği teknik imkânlara sahip
Türkiye’nin her ilindeki istihbarat şubelerini 7 bin civarındaki personeli vasıtasıyla
ülke genelinde her yerde izleme faaliyetlerinde bulunma olanakları vardır. Onları
yalnızca Emniyet Genel Müdürü ve İçişleri Bakanı denetleyebilir, müfettişler dâhil
kimse binalarına giremez ve işlemlerine karışamaz.
KOM Daire Başkanlığı merkez ve ülke genelindeki örgütlü suçlar ve organize
gruplarla ilgili tahkikatları yapar, aynı zamanda adli dinleme ve izlemenin
Emniyetteki en etkin merkezidir. Özel yetkili savcılar ve mahkemeler biraz da
kanunları zorlayarak herkes hakkında doğrudan dava açabilir, gözaltı kararı
verebilir, tutuklayabilir. Fakat normal hallerde devlet memurları hakkında
görevleri nedeniyle işledikleri suçlar için tahkikat yapılması 4483 sayılı kanuna
göre belli makamların iznine tâbidir. İlçe memurları için kaymakamlardan, il
memurları için valilerden, merkez memurları için genel müdür ve benzeri
amirlerden, üniversiteler için YÖK veya rektörden izin şartı vardır. Bu izin
olmadan doğrudan dava açılmaz, belli suçüstü halleri haricinde savcılar doğrudan
tahkikat yapamazlar. Ama herhangi bir fiil özel yetkili mahkemelerin görev alanına
giriyor denince herkes hakkında doğrudan dava açılabilir. İşte Türkiye’de son
yıllarda, böyle bir planın uygulandığını görüyoruz. MİT’e hâkim olsanız, sadece
bilgi toplarsınız, belki bunları saptırarak kullanabilirsiniz ama daha ilerisini
yapamazsınız. Aksiyonel bir eylem gerçekleştirme arzusundaysanız, MİT size
yetmez. Bu doğrultuda önce KOM Daire Başkanlığı, sonra İstihbarat Dairesi
42
Başkanlığı, ardından da İstanbul ve Ankara İstihbarat Şubesi ve bunlarla paralel
olarak özel yetkili mahkemelerin savcı ve hâkimlerinin de belli oranda belirli
eğilimlerde olan kişilerden oluşturulduğunu bugün net olarak görmek mümkün.”
Işık Evlerinde belirlenen kariyer
Fethullah Gülen’in de önemle vurguladığı emniyet içinde örgütlenmenin ilk
başladığı yer kuşkusuz ki polis okulları. Cemaatçi emniyetçilerin, henüz polis
okullarına gelmeden önce, daha orta öğrenim sırasında cemaatçi eğitim
kariyerlerinin başlangıcı olan Işık Evleri’ndeki telkinlerde lise ya da üniversite
öğrenimleri sırasında nerelere girmeleri gerektiği belirleniyordu. 1980’li yılların
ortalarından itibaren de cemaatçiler, gelecekte Türkiye’yi yönetecek kadroların
yetişmesi planı olan “Altın Nesil” projesi kapsamında eğitim yoluyla bürokrasiye
girmiş Işık Evleri’nden mezun öğrencilerden polislik mesleğine yönlendirilenler de
1987-91 yılları arasında Polis Akademisi, Polis Koleji, Polis okulları ve bazı
emniyet daire başkanlıklarında etkili olmaya başlamıştı.
Polis Akademileri Fethulahçı örgütlenme merkezi
Emniyet içinde örgütlü olduğu artık kuşku götürmez bir gerçek olan Gülen
cemaatinin 1970’lerin ortalarında başlayan planlı teşkilatlanması, yıllar içinde
neredeyse kesintiye uğramadan sürdü. Bunda elbette ki sağ muhafazakâr partilerin
iktidarda olması etkendi. 1980 darbesi sonrasındaki uzun ANAP iktidarında da,
İçişleri Bakanlığı gibi kritik önemde bir koltuğun sahibinin Nakşibendî olduğu
bilinen Abdülkadir Aksu olması cemaat için büyük bir özgürlük alanı yaratmıştı. O
dönemde Turgut Özal’ın da, Gülen cemaatinden gelen baskılarla 1984 yılında Polis
Akademisi Yasası’nda yapılan bir değişiklikle lise ve üniversite mezunlarına
doğrudan Polis Koleji’ne girme imkânı tanındı. Daha önce sadece Polis
Koleji’nden mezun olanların devam edebildiği Polis Akademisi’nin ilk ve son
sınıflarına dışarıdan da öğrenci alınmasına ilişkin yapılan bu düzenleme emniyet
içindeki sistematik Fethullahçı örgütlenmenin de miladıydı. Bu düzenlemeyle
birlikte Akademi’nin öğretim kadrosu ve öğrencileri arasında başlayan cemaat
örgütlenmesi hızı kesilmeden 1991 yılına kadar giderek artmıştı. Bu yasa
kapsamında Polis Akademisi’ne gelen ve “özel sınıflarda” verilen 6-9 aylık gibi
kısa süreli eğitimlerden sonra, büyük kısmı Fethullah Gülen cemaatiyle bağlı olan
dini itikatları kuvvetli bu çocuklar komiser yardımcısı statüsünde mezun olup üst
rütbeli polisler olarak göreve başladı. Hatta Anayasa Mahkemesi’nin Dışişleri
mensupları için verdiği bir karardan da yararlanarak askerlik sürelerini rütbelerine
de saydırmayı başarmışlardı. Emniyette cemaate yapılan güzelliklerinden birisi de
1980’lerin sonunda gerçekleşmişti. 1988-89 öğretim yılında Polis Akademisi’nin
43
kadrolu eğitim elemanı gereksinimini karşılamak üzere, 41 öğretim görevlisini
yüksek lisans ya da doktora yapmak üzere devlet bursuyla İngiltere’ye göndermişti.
4 yıl sonra eğitim durumlarının ne olduğuna ilişkin Büyükelçilikler kanalıyla
öğrenim gördükleri üniversitelerden yapılan araştırmada ise birçoğunun yeri dahi
belirlenememişti. Derken 1993 yılındaki DYP-SHP koalisyon hükümetinin 4 ay
süreli İçişleri Bakanlığını yapmış olan Mehmet Gazioğlu, Polis Akademisi Başkanı
olan Ümit Erdal’dan, yurtdışındaki bu kayıp araştırma görevlilerinin görev
sürelerini uzatmasını talep etti. Ünal Erkan zamanında ortaya çıkarılan hileli kura
yolsuzluğu ve akademideki öğretim üyelerinin de suçlandığı diğer soruşturmanın
ayrıntılarına vakıf olan Erdal, bu süre uzatımını kimlerin işine geleceğin hemen
tahmin etti. Bakan Gazioğlu’na, “Dört yıldır yurtdışında ne yaptıkları belli
olmayan bu kişilerin sürelerinin uzatılması için size bir teklifte bulunamam” diye
karşılık verdikten birkaç saat sonra görevinden alınarak APK Kurulu uzmanlığına
atanacaktı. 1997-98 öğretim yılında da Akademi Yönetim Kurulu kararıyla ilişiği
kesilen 20 öğretim görevlisi idari yargı kararının yürütmeyi durdurmasıyla yeniden
görevlerine dönerek ve yardımcı doçent ve doçent kadrolarına atanmışlardı.
ANAP’ın yine hükümet ortağı olduğu DSP ve MHP’yle birlikte 28 Mayıs 1999’da
kurulan kurulan 57. Hükümetin İçişleri Bakanlığını da görevinden alındığı 2001
yılı Haziranına kadar Sadettin Tantan yapmıştı. İşte o dönemde, Polis
Akademisi’ndeki öğretim görevlilerin yerinden etmenin mümkün olmadığı bir yasa
çıkarıldı. Bu yasaya göre, öğretim üyeleri kendileri talep etmedikçe, yani istekleri
dışında başka bir yere atanamayacaktı. Emniyet kadroluların yanı sıra, sivil öğretim
elemanlarının da, eğitim ve öğretimin yanı sıra başkan yardımcılığı, dekan
yardımcılığı, enstitü müdürlüğü gibi idari görev almalarını da bu yasa sağlıyordu.
Öte yandan, yönetimde bunan akademisyenlerin Akademiye alınacak öğretim
elemanları kadrolarını seçme kurullarında ve eğitim müfredatında belirleyici rol
oynamaları da sağlanıyordu. 9 Mayıs 2001’de yürürlüğe giren 4652 sayılı Polis
Yükseköğretim Kanunu’yla Polis Akademisi üniversite yapısına dönüştürülmüş,
Polis Okulları da, iki yıllık Polis Meslek Yüksek Okulu haline getirilerek Polis
Akademisi’ne bağlanmıştı. Yeni yasayla mevcut eğitim kadrosuna, tayin açısından
neredeyse dokunulmazlık sağlanmış oluyordu. Bu değişikliklerle Emniyet içinden
doğacak Altın Nesil’in önünde hiçbir engel kalmamıştı. Sadece sabretmek
gerekiyordu. 1990’lara gelindiğindeyse hedef daha da büyütüldü. İDB, KOM Daire
Başkanlığı ile Terörle Mücadele ve Harekât Daire Başkanlığı da (TEMÜH)
isteniyordu. Ve aradan 20 yıldan fazla zaman geçtikten sonra o dönem mezun
olanlar polis teşkilatının en önemli şubelerinde Daire Başkan Yardımcılığı
rütbesine kadar çıktılar. Daire Başkanı olmaları için önlerindeki tek engel olarak
kıdem sorunu vardı. Çünkü Polis Şûrası kararı ile II. sınıf emniyet amirinin I. sınıfa
çıkması için dört yıl beklemesi gerekiyordu. Nihayet 2009 yılında bu sürede sona
ermişti. Artık bu kadroların Emniyetin en kritik birimleri olan ve adeta fiili genel
44
müdürlük olarak nitelendirilen İstihbarat, KOM ile Terörle Mücadale ve Harekât
Daire Başkanlıkların başında olmaları için bir engel kalmamıştı. Her biri
birbirinden değerli bir stratejik merkez olan bu birimlerden en önemlisi ise yasalara
bağlı kaldığı müddetçe görev ve sorumluluk alanının, neredeyse sınırları olmayan
İDB’ydi. Hiç kuşkusuz bu birimi esas cazip kılan ise son yıllarda giderek
yaygınlaşan telefon dinlemelerin de tek yetkilisi ve merkezi olmasıydı.
Polis görev kuralarında hile
Cemaatin ilk örgütlendiği yer Polis Kolejleri ve Akademisiydi, ardından da
düşürülen ilk kale Personel Daire Başkanlığı oldu. Akademiden, yine cemaat
hocaların ve idarecilerinin elinden mezun olanlar Personel Daire Başkanlığı’nın da
içinde olduğu bir tezgâhla kilit noktalarda görev alabiliyorlardı. Bu örgütlenmeyi
ilk açığa çıkaran en önemli olay Ünal Erkan’ın Emniyet Genel Müdürü olduğu
dönemde yaşanmıştı. 1991 yılının Haziran ayında dönemin ANAP iktidarının
İçişleri Bakanı Mustafa Kalemli, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne (EGM) Ünal
Erkan’ı atamıştı. Erkan’ın göreve geldiği ilk günden itibaren önüne gelen
şikâyetlerin en çoğu Polis Akademisi’yle ilgiliydi. Şikâyetlerin ortak noktası,
yukarıda anlattığımız, cemaatle bağlantılı gençlerden özel sınıflar oluşturulup 6
aylık eğitimden sonra komiser muavini olarak belirli birimlerde göreve
başlatılmasıydı. Bu şekilde akademiye giren öğrenciler de komiser yardımcısı
olarak mezun olduktan sonra hileli kurayla Emniyet’in istihbarat, personel,
muhabere birimleri ile polis okullarına atanıyorlardı. Bu konuyla ilgili bir ihbarın
İçişleri Bakanı Kalemli’ye dek ulaşması üzerine de Ünal Erkan, yardımcısı Ümit
Erdal’la birlikte kimseye haber vermeden, gece yarısı kura çekiminin yapılacağı
Polis Akademisi’nin yolunu tutmuştu. Çünkü cemaatle bağlantılı yeni mezun
komiser yardımcılarının nereye atanacağı önceden belliydi. En önemli yerler ise
Personel ve İstihbarat Dairesi’ydi. Zaten gelen ihbarda da “Işık Evleri” kökenli
komiser muavinlerinin stratejik görevlere gelebilmeleri için isimlerinin farklı
torbaya konulduğu bilgisi verilmişti.
Bu olaya, Gazeteci Saygı Öztürk’ün “Okyanus Ötesindeki Vaiz” isimli kitabında da
yer verildi. Öztürk’ün kitabında anlattığına göre; “Torbaların başında oğluna Said
kızına Nur adını verdiği için ‘Nurcuların lideri Said-i Nursi’yi çağrıştıran imam’
diye bilinen emniyet mensubu vardı.”43
Ünal Erkan anlatıyor
43 Saygı Öztürk, Okyanus Ötesindeki Vaiz, Doğan Kitap
45
Neler olduğunu Ünal Erkan daha sonra, Çağın Polisi isimli dergide şöyle
anlatıyordu: “Kura çekimi sırasında kayırmacılık yapılacağı yönünde duyum
almıştım. İlgili genel müdür yardımcısı arkadaşımı uyardım. Bir arkadaşıma
öğrenci velisi gibi akademiye telefon ettiriyordum. Gün boyunca çekilmesi gereken
akademi mezuniyet kuraları gecenin 24’üne kadar hala çekilmemişti. ‘Nihayet
kuralar çekilmeye başladı’ diye haber aldığımda yanıma Emniyet Müdür
Yardımcısı Ümit Erdal’ı alarak sivil bir taksiyle akademiye gttim. Bizim kolejde
okuduğumuz Anıttepe’deki binanın kütüphane olarak kullanılan salonunda, bir
heyet tarafından kura çekim işleminin sürdüğünü gördüm. Yeni mezunlar içeri tek
tek alınıyordu. Başkanın önündeki masanın üzerinden bir torba, altındaki
sehpalarda da başka torbalar bulunuyordu. Her bir torbada istihbarat, kaçakçılık,
trafik gibi birimler için lazım gelen sayıda kura kâğıtları vardı. Geri kalanları da
ayrı bir torbadaydı. İçeri giren yeni mezun, eğer kayırılacak elemansa özel
torbadan hazırlanmış torbadan kura çekiyordu. Gariban ise, yani herhangi bir
kayıranı yoksa masa üstündeki torbadan kura çekiyordu. Komiser muavini kura
için geldiğinde listeden isimleri işaretlenmiş olup olmadığı kontrol ediliyor,
masanın altındaki torbalardan birinden çıkan kâğıtla nereye atandığı
söyleniyordu.”44
Işık Evleri’nde eğitim
Bu şekilde Işık Evi kökenli komiser muavinlerinin, cemaatin isteklerine göre
belirlenen illerde istihbarat, personel, polis koleji, kaçakçılık gibi önemli birimlerde
görev almaları sağlanıyordu. Cemaat bağlantılı olmayanların ise karakollar ve
sıradan görev yerleri bulunuyordu. Erkan, neye uğradığını şaşıran cemaatin
akademideki görevlileri hakkında tutanak tuttururken hileli kura çekiminin iptal
edildiğini duyurdu. Söz konusu olayla ilgili soruşturma başlatılırken birçok ilde
kadro değişikliğine de gidildi. Kura çekimi listesi incelendiğinde isimleri işaretli
olanların hepsinin daha önce ayarlanmış torbadan kuralarını çektiği belirlendi.
Öğrencilerin akademiye girişleri araştırıldığındaysa yüzde 90’ının kolej kökenli
olmayıp sonradan yapılan düzenlemeyle Akademi’ye ilk ya da son sınıftan
başlayan öğrenciler olduğu tespit edildi.
Öğrenciler alınan ifadelerinde Karşıyaka’da bulunan Işık Evi’nde eğitimden
geçtiklerini söyledi. Belirtilen adrese yapılan baskında verilen bilgilerin doğru
olduğu çıktı. Neler olduğunu Gazeteci Muharrem Sarıkaya olaydan 8 yıl sonra,
Fethullah Gülen’in ATV’de yayınlanan kasetlerinin ortaya çıkmasından sonra
çalıştığı Hürriyet Gazetesinde yayımlanan “Fethullah Hoca’nın Emniyet planı...”
başlıklı yazısında anlatmıştı. “Devlet, Fethullah Gülen’i son dönemde ortaya çıkan
44 Nedim Şener, Ergenekon Belgelerinde Fethullah Gülen ve Cemaat
46
kasetleriyle mi tanıyor? EGM’nde 8 yıl önce yaşanan bir operasyon, bu soruyu
yanıtlıyor...” diyerek hileli kura skandalını anlatan Sarıkaya, “...Bu öğrencilerden
bazılarını sorguya çekiyor. Öğrencilerden biri şu itirafta bulunuyor: “Biz
Karşıyaka Semti’nde Fethullah Gülen Hocaefendimizin açtığı ışık evinde
toplanırız. Orada eğitim alırız...Erkan, Karşıyaka’daki adrese baskın yaptırıyor.
Verilen bilgilerin doğruluğu ortaya çıkıyor.
Evde Fethullah Gülen’e ait kitaplar, videokasetler ve başka bazı yayınlar
bulunuyor. Geniş çaplı bir operasyon başlatıyor. İşin sorumluları hakkında
soruşturma açtırıyor ve mahkemeye sevk ediyor. Erkan, 9 ay görevde kalıyor,
ardından Olağanüstü Hal Bölge Valiliği’ne atanıyor. Aradan geçen zaman içinde o
dönemde görevden el çektirdiği kişilerin hemen hepsinin Emniyet’e döndüklerine
tanık oluyor. Hem de bugün birçoğu kritik noktada oturuyor. Açtırdığı soruşturma
dosyaları ise kayboluyor...”45
“Fethullah’ın Copları”
Burada bir parantez açarak, Muharrem Sarıkaya’nın yazısında da geçen Işık
Evleri’yle, daha doğrusu bu cemaat evleri ile polisler arasındaki ilişkiye dair birkaç
anekdot aktarmakta fayda var. Polislik eğitimi verilen akademi, kolej ve
okullardaki Fethullahçı örgütlenme ve bu örgütlenmenin kucağına düşen
öğrencilerin Işık Evleri’nde neler yaşandığıyla ilgili en ayrıntılı bilgiler ilk kez
Fethullah’ın Copları isimli kitapla gün yüzüne çıkmıştı. Kendisi de 1986 yılına
kadar Polis Koleji ve Polis Akademisi’nde 7 yıl eğitim gören Zübeyir Kındıra, okul
içinde örgütlü cemaatçilerle arası olmadığı gibi Cumhuriyet gazetesi okuyup Zülfü
Livaneli’nin kasetini dinlediği gerekçesiyle sicili bozularak atıldı. İletişim
Fakültesini bitirdikten sonra gazetecilik yapmaya başlayan Kındıra 1999 yılında
yayımlanan kitabında, hocasından öğrencisine dek Fethullahçıların usulsüzlük ve
baskı yöntemlerini, Işık Evleri’ndeki gizli toplantılarındaki din eğitimlerini
anlatıyordu. Akademi ve kolejde cemaat saflarına giren öğrencilerin daha sonra
emniyet içinde atama şube, polis koleji, Polis akademisi ve İstihbarat Dairesi gibi
kritik noktalara getirilerek Fethullahçıların yararı için kullanıldığına ilişkin tespitler
de içeren Kındıra’nın kitabı Ankara Emniyet Müdürlüğü’nün Fethullahçılar
hakkında başlattığı emniyet içinde ve devlet kurumlarında yapılanmasıyla ilgili
soruşturmada da faydalanılan bir kaynak olmuştu.
Emniyete atılan Fethullahçı tohumu
45 Hürriyet Gazetesi, 24 Haziran 1999. Bu konu ilerleyen bölümlerde işlenecektir.
47
Emniyetin içine “Fethullahçı tohumu” atılmasının ilk günlerine tanıklık eden biri
olarak cemaatin “kendilerinden olmayanları saf dışı bırakma” yöntemlerini yaşamış
biri olduğunu da belirten Kındıra kitabınin önsözünde şunları yazıyordu: “14
yaşında Polis Koleji öğrencisi olarak Emniyet Teşkilatı’na girdim ve 1986 yılında
bu örgütün elemanlarının, baskı ve dayanaksız suçlamaları ile sicilim bozulduğu
için ayrılmak durumunda kaldım. Polis Koleji ve Akademisi’nde geçirdiğim 7 yıl
boyunca, polis içinde bu örgütün varlığını net olarak gördüm. Ayrıldıktan sonra
da, Kolej ve Akademi yıllarından bu yana arkadaşlığım süren polis dostlarımla bu
konuda sürekli görüş alışverişi içinde oldum. Bu dostlarımla ilişkilerim ve onların
yaşadığı ve tanık olduğu olayları aktarmaları sayesinde, polis teşkilatının içindeki
Gülen cemaatinin giderek büyümesini, güçlenmesini ve polis içinde egemen bir güç
olmasını yakından izleyebildim. Polis Koleji’nin uygun ikliminde, birçoğumuz daha
ilk hafta sonu izninde, bu Fethullahçı topluluğun içinde, nereye ve neden gittiğini
bilmeden bir ’Işık Evinde’, Said-i Nursi’ risalesi dinlerken buldu kendisini.
Bazılarımız okula döner dönmez, üst sınıflara ya da komiserlere durumu anlatıp,
‘korunmaya’ alındı. Ama yalanlarla, gizlice götürüldüğümüz o evleri, orada
yaşadıklarımızı ve o günleri hiç unutmadık. Ben de o evlerden birine
götürülenlerdendim. Hemen uzaklaşıp, kurtuldum. Benim gibi birçok arkadaşım da
bu topluluktan uzak durdu. Ama benimle birlikte o gün o eve gidenlerin birçoğu iyi
birer Fethullahçı oldular. O gün o evde, benim ilk namazımda yanımda duranlar ve
onların anlayışı tarafından Emniyet Teşkilatı’ndan uzaklaştırıldım. Yıllar sonra,
gazeteci olarak o gün, o evde benimle birlikte olanların, Emniyet Teşkilatı’nın en
kritik üst yönetimlerinde bulunduklarına tanık oluyorum.”46
Cemaatin nur saçan hücreleri: Işık Evleri
Kındıra kitabında, cemaatin kendi ideolojisine göre insan yetiştirmek, genç
beyinleri yıkamak için ”eğitim ve öğretim” amacıyla kullandığı ve Gülen
örgütlenmesinin temeli olduğunu vurguladığı Işık Evleri’nin “Şarj Evleri”, “İbn-i
Erkam Evleri” gibi adlarla anıldığını da yazıyordu. Sahabe olan yani Hazreti
Muhammed döneminde yaşamış bir Müslüman olan İbn-i Erkam’ın adının bu
evlerle birlikte anılmasının özel bir nedeni olduğunu belirten Kındıra bunu, “İslam
tarihçilerine göre; İbn-i Erkam herkesin dışladığı, birlikte görünmekten,
konuşmaktan kaçındığı bir dönemde Muhammet’i evine almıştır. Bu nedenle evi
nurla, yani ışıkla dolmuştur” diye açıklıyordu. Gülen’in vaazlarında ve kitaplarında
“Ahir zamanda gelerek dini tahrip eden deccalin bir daha hortlamak üzere
öldürüldüğü ev” diye sıkça geçen cemaatin hücreleri durumundaki Işık Evleri’yle
Polis Koleji ve Akademisine giren her yeni öğrencinin mutlaka tanıştığını ve en
46 Zübeyir Kındıra, Fethullah’ın Copları, Su Yayınları
48
çok giden topluluğu oluşturduğunu söylüyordu Kındıra. Başlarındaki en rütbeli
kişinin “okul imamı” olduğu cemaatçi üst sınıftakilerin aldıkları talimat uyarınca,
toy öğrencileri çeşitli sohbetlerle “kıvama getirdikten” sonra hafta sonları
izinlerinde birer tarikat eğitim merkezi olarak işleyen Cebeci, Demetevler,
Aydınlıkevler, Keçiören, Abidinpaşa gibi gözden uzak yerlerdeki kenar semtlerde
bulunan Işık Evleri’ne götürüldüğü anlatılan kitapta şunlar yazıyordu:
“Ankaralı olmayan bazı öğrenciler de gidecek bir ‘ev’ bulmuşlardı.
Sonraları ’Işık Evleri’47 olarak literatüre geçecek ’Nurcu Tarikatı’nın evleri başta
olmak üzere Süleymancı, Nakşibendî tarikatlarının ‘dershane’ adı verilen evleriydi
bunlar. Bu evlere giden birçok Polis Koleji öğrencisi olduğunu tüm öğrenciler ve
okul yönetimi de biliyordu. Ancak, o tarihlerde bunu engellemek ya da soruşturma
açmak için doğrudan ve ciddi sayılabilecek bir girişim yapılmadı. Çünkü henüz
rahatsızlık verecek bir boyuta ulaşmamıştı ve ’rejime yönelik tehlike’ oluşturacak
bir yanı olduğu düşünülmüyordu. Yıllar geçtikçe devletin hemen tüm kurumlarında
ve yargı organlarında, ’tehlike’ olarak algılanan bu evlerle ilgili inceleme,
araştırma hatta soruşturma açılabildi. Ama biraz geç kalındı. Çünkü o tarihlerde
bu evlere gidenler ve orada yetişenler artık, bu ‘Işık Evleri’ ile ilgili açılacak
soruşturmaları engelleyebilecek, amacından saptırabilecek güce sahip oldular.”
Şikâyet edene hem işkence hem tarikatçı soruşturması
Yedi yıl boyunca kendisi ve bazı arkadaşları tarafından konuyla ilgili şikâyet
dilekçeleri vermelerine karşın tarikat bağlantısı saptanarak Emniyet Teşkilatından
uzaklaştırılan bir tek kişiye tanık olduğunu aktaran Kındıra, şikâyetlerini işleme
koyan komiserlerin de bir hafta içinde okuldan tayin ettirildiğini de kitabında
anlattı. Cemaate tavır alan öğrencileri koruyan komiserlerin süratle tayinlerinin
çıkmasıyla yalnız kaldıklarını, şikâyet dilekçesi verdikleri için de cemaat tarafından
“komünist” diye sakıncalılar listesine alınarak dayak ve göze kolonya dökmek gibi
işkencelere katlanmak zorunda kaldıklarını anlattı. Daha ilginç olan ise
cemaatçileri şikâyet edenlerin, “tarikatçı olduklarına ilişkin şikâyet” üzerine
soruşturmadan geçmesiydi.
47 Fethullah Gülen kendisi ABD’deyken Ankara 2 Nolu DGM’de tutuksuz yargılandığı davada avukatları
aracılığıyla yazılı yaptığı savunmada Işık Evleri’ni şöyle anlatmıştı: “12 Eylül 1980 öncesinde üniversiteli öğrenciler
sağcı solcu şeklinde kamplara ayrılmıştı. Bütün bunlardan uzak kalmak isteyen masum öğrenciler de iflah edilmiyor
ve mağduriyete uğratılıyordu. Resmi ve özel öğrenci yurtlarında anarşi kol geziyordu. Vaiz olarak görev yaptığım
bu dönemlerde vaazlarıma ve sohbetlerime gelen öğrencilere ve velilere, tanıdık öğrencilerle beraber evler tutup
kalmalarını tavsiye ediyor, böylece terörden uzak kalabileceklerini söylüyordum. Bu tavsiyemde fikri ilham
kaynaklarımdan biri de, içlerinde Allah’ın anıldığı huzur dolu evlerden bahsedilen Nur suresi olmuştur. Esasen Işık
Evi tabiri, kendi aralarında ev tutan bazı öğrencilerin, kaldıkları o evlere verilen addı...”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder