3 Nisan 2011 Pazar

Imamin ordusu..1.24. sayfa


Önsöz
Ahmet Şık’ın yazdığı ve çalışma başlığı “İmamın Ordusu” olan kitabı şu anda
“Dokunan Yanar” başlığıyla ekranlarımızda… Kitabın sahte kopyalarının
elektronik ortamlarda dolaştığı şu günlerde, okurların “kitabın aslı”nı okuma
olanağının sağlanmasını demokratik bir görev, düşünce özgürlüğünün savunulması
yönünde bir katkı olduğu inancındayız. Kitabı internet ortamında yaymamızın tek
nedeni ve amacı bundan ibarettir…
“Naziler komünistler için geldiğinde sesimi çıkarmadım; çünkü komünist
değildim.
Sosyal demokratları içeri tıktıklarında sesimi çıkarmadım; çünkü sosyal
demokrat değildim.
Sonra sendikacılar için geldiler, bir şey söylemedim; çünkü sendikacı
değildim.
Benim için geldiklerinde, sesini çıkartacak kimse kalmamıştı”.
Martin Niemöller1
“Dokunan Yanar”
Cemaat emniyette nasıl örgütlendi?
1 Alman ilahiyatçı Martin Niemöller (1892-1984), pişmanlığını dile getiren bu satırları yazdığı 1946’da dünyanın
ikinci paylaşım savaşı sona ermişti. Alman Proteston Kilisesi’nin Nazilerle işbirliği yapmasına muhalefet eden İtiraf
Kilisesinin (Bekennende Kirche) yöneticisi olan Niemöller, bugün Dünya Ökumen Kiliseler Konseyi diye anılan
Dünya Kiliseler Konseyi’nin de başkanlığını yapmıştı. Önceleri inanmış bir Nasyonal Sosyalist Alman İşçi
Partisi seçmeni olan, Yahudi soykırımını destekleyen Niemöller, daha sonra kiliseler arası kavgalarda kendisini
geliştirerek bu ırkçı fikirlerin karşıtı bir direnişçi olmuştu. Konuşma yasağına rağmen verdiği vaazlarla Nazilerin
tepkisini çekti ve tutuklandı. İlk tutukluluk hâli kısa sürse de, 1937’de yeniden tutuklanarak o da toplama kamplarını
boylayanların arasında yerini aldı. Savaş sonrasında da kiliseye dönerek bu kez de Almanya'nın silahlanmasına karşı
mücadele veren önemli isimlerden oldu.
2
Devlet İslamcılara hep ihtiyaç duydu
Fethullahçıların 1980’lerin ortalarından başlayarak sistematik biçimde örgütlendiği
Emniyet teşkilatının, bugün itibariyle büyük çoğunluğunun cemaatçilerin elinde
olduğu artık herkesin malumu. Bir diğer önemli tespitte bulunmak gerekirse, şimdi
Fethullahçılık diye anılan özellikle asker başta olmak üzere devletin gözünde
“İslamcı tehlike” olarak adlandırılan bu yapının, yıllar öncesinden, 12 Eylül 1980
darbesiyle birlikte bizatihi şimdi kendilerini tehlike olarak gören cuntacılar
tarafından palazlandırıldığını söylemek yanlış olmaz.
28 Şubat 1997 postmoderin darbesi2 süreci ve sonrasında Milli Güvenlik
Kurulu’nun (MGK) başında Cumhurbaşkanı olarak Süleyman Demirel
bulunuyordu. Darbenin 2. yıldönümünde kendisiyle yapılan bir röportajda, “Bu bir
süreçtir. Yani Cumhuriyet’in kurulmasıyla başlamış, devam eden bir süreçtir.
Devam da edecektir. Bu böyle gidecek”3diyordu. MGK’nin asli unsuru ve
belirleyici gücü olan orduya komuta eden dönemin Genelkurmay Başkanı
Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu da 28 Şubat sürecinin 1923’ten bu yana sürdüğünü
ifade ederek, “İrtica ne zaman palazlansa bu süreç kendini gösterir... İrtica tehdidi
2 28 Şubat 1997'de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısı sonucu açıklanan ve Türkiye siyasi tarihine geçen
kararlar, “postmodern darbe” diye anılmaktadır. Necmettin Erbakan liderliğindeki RP 1995 genel seçimlerinden az
farkla da olsa ikinci DYP ve üçüncü olan ANAP'ın önünde birinci parti olarak çıkmıştı. Seçimlerin ardından kurulan
DYP-ANAP koalisyon hükümeti, RP’nin güvenoylaması hakkında hukuksal inceleme yapılması için Anayasa
Mahkemesi'ne yaptığı başvuru haklı görülerek geçersiz sayıldığından dağılmıştı. Bunun üzerine TBMM'de birinci
parti durumunda olan RP ile ikinci parti olan DYP arasında kurulan ittifakla RefahYol hükümeti 8 Temmuz 1996'da
güvenoyu aldı. Ancak hükümetin, kendilerinden zaten rahatsız olan askerlerin istediği biçimde davranacak kimi
tutumları ve bir takım karanlık komplolar sonucu 28 Şubat süreci hayata geçti. Millî Güvenlik Kurulu'nun 28 Şubat
1997’deki toplantısında da, “Rejim aleyhtarı irticai faaliyetlere karşı alınması gereken tedbirler” başlığıyla resmen
bir muhtıra yayımlandı. Muhtırada 8 yıllık eğitim, tarikatlar, laiklik karşıtı hareketler, TSK’den irticacılık
suçlamasıyla atılan personelin RP’li belediyelerde istihdamı, bazı tarikatçıların cüppe ve sarıklarıyla kimi eylemlerde
bulunması örneklerle anlatılıp, “TSK’nin rejimi bekçisi olduğuna” bir kez daha vurgu yapılıyordu. Kısa süre sonra da
RefahYol hükümetinin Başbakanı Necmettin Erbakan, “Havada yakıt ikmali” olarak tanımladığı başbakanlık
görevini hükümet ortağı DYP Genel Başkanı Tansu Çiller'e vermek amacıyla 18 Haziran 1997'de istifasını
Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'e sundu. Ancak Demirel, hükümet ortaklarının arasındaki protokolü dikkate
almadı ve hükümeti kurma görevini TBMM'de çoğunluğu olmayan muhalefet lideri ANAP Genel Başkanı Mesut
Yılmaz'a verdi. Daha sonraki bir aylık müddet zarfında, Cumhurbaşkanı Demirel, birçok DYP milletvekilini bizzat
arayarak partilerinden istifa etmeleri gerektiğini, etmezler ve Mesut Yılmaz hükümeti güvenoyu alamazsa askeri
darbe olacağını tehdit olarak öne sürerek parti grubunun parçalanmasını sağladı. 12 Temmuz'da Mesut Yılmaz
başkanlığında ANAP - DSP - Demokrat Türkiye Partisi arasında kurulan 55. hükümet TBMM'den güvenoyu aldı. 18
Nisan 1999 seçimlerine kadar işbaşında kalan bu hükümet zamanında 28 Şubat kararları harfiyen yerine getirildi. 8
yıllık kesintisiz eğitim kanunu TBMM’de kabul edildi. Bu kanunla İmam Hatip Liseleri (İHL) dâhil meslek
liselerinin ortaokul bölümleri kapatıldı. Ayrıca İHL’lerin önünün kesilmesi için meslek liselerinden mezun olanların
üniversiteye giriş sınavından aldıkları puanla kendi bölümleri dışında tercih yapmaları halinde ortaöğretim başarı
puanlarının daha düşük katsayı ile hesaplanması kararı alındı. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş
tarafından RP hakkında açılan kapatma davası da 17 Ocak 1998'de Anayasa Mahkemesi’nde sonuçlandı. RP’nin,
"Laik Cumhuriyet ilkesine aykırı eylemleri saptandığı" gerekçesiyle kapatılmasına karar verildi. Necmettin Erbakan
ve 6 partiliye de 5 yıl siyaset yasağı getirildi.
3 Milliyet Gazetesi, 29 Şubat 2000
3
bin yıl sürse 28 Şubat süreci de bin yıl devam edecektir. Bitmiş değildir”4
diyecekti. Birbirinin neredeyse tıpatıp aynı olan ve “Cumhuriyet’in ilanından bu
yana irticaya karşı mücadelenin sürdüğü ve süreceği” söylemleri ne kadar gerçeği
yansıtmaktadır? Ya da durum gerçekten öyle midir bakalım.
Aslında devletin ne irtica ile mücadelesinde bir süreklilik ne de her fırsatta ifade
edilmesine karşın rejime karşı tehdit olarak görülen bu tehlikeyi yok etmek gibi bir
derdi oldu bu ülkede. Kıvrıkoğlu’nun da altını çizdiği gibi İslamcılar palazlandıkça
ordu tırpanlıyordu. Zaten 2000’li yıllara kendi iradeleriyle değil, devletin ihtiyaç
duyduğunda tedavüle sokmak üzere verdiği izin ve destekle palazlanabilen
İslamcılar ihtiyaç olmaktan çıktığı anda da hep budanarak hizaya sokuldu.
Kızıl kuşağa karşı yeşil kuşak projesi
Türkiye’de başarılı darbelerin tümünün arkasında büyük sermaye ve
emperyalizmin olduğu gerçeğinden hareketle, 12 Eylül 1980 darbesinin sadece
IMF’nin 24 Ocak 1980 tarihini taşıyan, geniş yığınları daha da yoksullaştırmaya
dayalı ekonomik programını uygulamak ve büyük sermayenin krizini çözmek için
değil, Türkiye’yi küresel sermayenin çemberine dâhil etmek ve ABD’nin
Ortadoğu’daki ileri karakolu haline dönüştürmek amacı taşıdığı olgusal bir gerçek.
Ancak bu tespiti yaparken 12 Eylül darbesinin temel saiklerinin arasında
Türkiye’deki sosyalist devrimci mücadelenin yükselişinin durdurulamaması
gerçeğini de görmek gerekiyor.
Bu “tehlikenin” tam da sermayenin çıkarları doğrultusunda tehdit olmaktan
çıkarılması gerekiyordu ve gereken 12 Eylül günü yapıldı. Ülkenin üzerinden bir
silindir gibi geçen 1980 darbesi sonrasında, tek tehlike olarak görülen solun
pasifize edilmesi için, İslamcı cenahın alkışlarla karşıladığı darbeyi yapanlar
“komünizm tehlikesi”ni bertaraf etmek için ABD üretimi “kızıl kuşağa karşı yeşil
kuşak “ projesini hayata geçirdi. İnşa edilecek yeni sistemin adı Türk-İslam
senteziydi. Sol kadroların ordu içinde bile örgütlendiğini gören cuntacılar, daha 12
Eylül öncesinde kendi kurumlarında başlattıkları milliyetçi ve dinci düşüncelerin
gelişmesi çabalarını darbe sonrasında devletin tüm kurumlarında ve ülkenin dört bir
yanında hayata geçirdi. Din ve İslam’ın, sol sosyalist fikriyatın egemen olmasının
engellenmesinin en önemli aracı olarak kullanılmasında elbette ki İslamcıların
devlet tarafından kullanılmaya açık ve hazır olmaları gerçeği de vardı. Tarafların
brbirlerini karşılıklı olarak kullanmasına dayalı dogmatik bir çıkar ilişkisiydi bu.
Nur Cemaatinden gelen itiraf
4 Akit Gazetesi, 28 Şubat 2000
4
Nur Cemaatinin önemli isimlerinden olan Yeni Asya gazetesinin sahibi, Mehmet
Kutlular devletin İslamcıları kullandığını, İslamcıların da bunu kabul ettiğini Ruşen
Çakır’la yaptığı röportajda şöyle itiraf ediyordu: “Derin Devlet denen şeye
dayanıyor bunun ucu. 1980’den sonra devletin politikası değişti. Eskiden anarşist
ve Marksistler tehlikeliydi, sonra dindarlar oldu. Öyleyse bu dindar gruplarla
temas kurmak, onlarla beraber çalışmak gerekecekti. Amaç onları devletle
barıştırmaktı. Bu amaçla görevlendirdikleri insanlar cemaatlerin ileri gelenleriyle
temas kurdular. Cemaate (Fethullah Gülenciler) daha ziyade istihbarattan olanlar
gitti. Bana da geldiler; ‘Yurtdışında Milli Görüş ve Süleymancılar’a karşı birlikte
çalışalım’ dediler, ama ben reddettim... Bu ‘derin devlet’ dediğimiz büyük ölçüde
bütün İslami gruplarla anlaşma içine girdi. Burada menfaatler karşılıklıdır. Her iki
tarafın maksadı ayrıdır. Devlet bu gruplara, ‘Atatürk’e saygılı olun biz de size
yardımcı olalım’ demiştir. Bakın bazı İslami gruplara, 12 Eylül’den sonra birden
palazlandılar. Acaba kendi güçleriyle mi palazlandılar. Hayır.”5
Bu konuyla ilgili benzer bir tespiti yapanlardan biri de Galatasaray Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ahmet İnsel’di. Taraf Gazetesinden Neşe Düzel’le yaptığı
ve AKP hükümetinin demokrasi karnesini değerlendirdiği söyleşide6 İnsel, “Devlet
kadroları özellikle mi milliyetçilerle dolduruluyor?” sorusuna, “Doldurulmuştu
zaten. Şu anda yönetici ve seçici kadrolar onlar. Zaten bugün Milli Eğitim
Bakanlığı’nda Alevilerin Sünni İslam içinde nasıl misyonerce eritilmeye
çalışıldığını görüyoruz. İçişleri Bakanlığı’nda da aynı kadrolaşma var. Poliste
Fethullah Gülen çevresinin kadrolaşması var. Adalet Bakanlığı’na da kısmen
girdiler. Ve askerler, denetim elimizden gidiyor endişesiyle bunları 28 Şubat’ta
biraz temizlemeye kalktılar. Çünkü kendi yarattıkları ucubeden korktular” yanıtını
veriyordu. Bunun üzerine Neşe Düzel’in, “Derin devletin yarattığı ucube
Fethullahçılar mı?” sorusunu da İnsel şöyle yanıtlayacaktı: “Evet. Çok açık bir
biçimde 1970’lerde desteklenen ve 1980’lerde güçlenmesi için adımlar atılan bir
mekanizma bu. Desteklenenler arasında sadece Fethullahçılar yok. Türk İslam
sentezinin başka unsurları ve başka tarikatlar da var. Bu çevreler kendileri için
çalışır hale geldikleri için şimdi askerlerle çatışır durumdalar. Bunların hepsi
milliyetçidir. Fethullah Gülen milliyetçidir. Komünizmle mücadele derneklerinde
yetişmiş ve siyasallaşmış bir kişidir. 1960’ların komünizmle mücadele
derneklerinin bir ürünüdür Gülen. Derin devlet, kendi denetimi altında oldukça her
şeyi makbul görür. Bir şey onun denetimi dışına çıktığı anda tehdit unsuru haline
gelir. Gülen’in altın nesil yetiştireceğiz diye bir iddiası var. Burada inanılmaz bir
Müslüman Türk elitizmi söz konusu. Aynı Cizvit papazları gibi… ‘Biz okullarda
altın nesil yetiştireceğiz. Sonra bu elit nesille dünyaya hâkim olacağız, dünyayı
yöneteceğiz’ düşüncesi bu.”
5 Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 1999
6 Taraf Gazetesi, 14 Ocak 2008
5
1971 darbesinin Mohaç’tan gelen sesi
Mehmet Kutlular da yukarıda anılan röportajının diğer bölümlerinde de kendisi gibi
Nurcu7 kökenli olan Fethullah Gülen’i devletin desteklediğini, Gülen’in de bunu
ifade ettiğini, 28 Şubat sonrasında asker tarafından Refah Partisi’nin karşısına
çıkarılmak istendiğini ve işi bitince de saldırdıklarını da söylüyordu.8 Yani
Kutlular, başta da söylediğimiz gibi kullanılmaya müsait olan ve kullanılan
İslamcıların önce palazlandırılıp iş bitince de devlet tarafından tırpanlandığını
anlatıyordu röportajda. Kutlular’ın böyle konuşmasında başta Gülenciler olmak
üzere İslamcı cemaatlerin, ordu tarafından yapılan darbeleri, stratejik çıkarları
bakımından genellikle desteklemiş olmalarının payı büyük elbette. Çeşitli tarikat ve
cemaatler altında örgütlenen İslami yapılar ideolojik olarak Kemalizm’e karşı
dursalar da, her zaman devletin politik yapısını savunan koruyan ve destekleyen
güçlerdi. Çünkü tarikatların stratejik çıkarlarına hizmet eden her darbeyle, bu
yapıların kendilerine rakip olabilecek bütün ilerici ve devrimci kuvvetleri
eziliyordu.
Bir dönem Said Nursi’nin avukatlarından olan ve cemaat içindeki etkinliği ile
tanınan Bekir Berk’in, Yeni Asya Gazetesi’nin 10 Şubat 1971 tarihli sayısında,
ordunun verdiği muhtıra üzerine yaptığı değerlendirme tam da bu tespitimizi
doğrular nitelikteydi: “Bu ses tarihimizin sesidir. Bu ses sanki Mohaç’tan gelen
sestir. Bu ses Malazgirt’ten yükselen bir sestir. Bu ses Kanije gazilerinin sedasını
aksettirmektedir. Bu ses hürriyet ve istiklalimizin, bu ses din ve imanımızın,
şerefimizin ve hasiyetimizin bekçileri şerefli paşalarımızın, erlerimizin tek
kelimeyle Mehmetçiğimizin sesidir... Bu ses, sağa da sola da gelişi güzel yumruk
sallayanların değil, tehlikenin nereden geldiğini bilen, gören ve onun üstüne
yürüyen ve onlara son defa ‘Hizaya gel’ komutunu verenlerin sesidir. Bu ses
meseleleri kanunların çerçevesinde halletmek isteyenlerin, bu ses millet iradesini
korumayı ahdedenlerin sesidir...”9
1971 darbesinde tutuklandı
Gülen, fikri önderi olan Said-i Nursi’nin avukatının destek çıktığı 1971 muhtırası
döneminde Türk Ceza Yasası’nın 163. maddesinde tanımlanan irticai
7 Fethullah Gülen, Ankara 2 Nolu DGM’de gıyabında yargılandığı ve Nurculuk faaliyeti yürütmekle de suçlandığı
davada avukatları aracılığıylayaptığı savunmada, “Müslüman olmak dışında Nurculuk vb hiçbir akıma mensup
değilim...Şimdiye kadar ‘ci, cu’ gibi değerlendirmelerin ayrımcılık manasına geldiğini, bu bakımdan Müslüman
olmak dışında hiçbir akıma mensup bulunmadığımı ve dolayısıyla Nurcu olmadığımı defalarca ifade ettim... Ben
kimsenin halifesi değilim” dedi.
8 Milliyet Gazetesi, 26 Haziran 1999
9 Çağ ve Nesil Dergisi, sayı 9 Mayıs 1984
6
çalışmalarından dolayı, “Laikliğe aykırı olarak devletin içtimai, iktisadi, siyasi,
hukuki temel nizamlarını kısmen de olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla
cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya sevk ve idare etmek, böyle cemiyetlere girmek
veya girmek için başkasına yol göstermek” suçundan tutuklandı ve 3 yıl hapis
cezası aldı. İzmir Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nin 20 Eylül
1972’deki bu kararı Askeri Yargıtay 3. Dairesince 1973’de onaylanınca
mahkûmiyete dönüştü. Ancak Gülen 1974 yılında Bülent Ecevit’in
Başbakanlığındaki 37. hükümet döneminde çıkarılan af yasasıyla 7 ay
tutukluluktan sonra özgürlügüne kavuştu. Gülen, bu mahpusluğuna rağmen askere
olan bağlılığını hiç yitirmediğini 12 Mart 1971 darbesiyle ilgili söyledikleri şu
sözlerle anlatıyordu: “27 Mayıs sol güdümlü bir harekettir. 12 Mart da öyle olsun
isteniyordu. Fakat ihtilale beş kala hadiseye el koyan Memduh Tağmaç ve
arkadaşları muhtıranın macerasını birilerinin güdümünden kurtardı. Ondan böyle
bir atak beklemeyen solcular ne yapacaklarını şaşırdılar. Onlarda görülen 12 Mart
aleyhtarlığı, biraz da yetişemediğine ekşi diyenin durumu gibi bir tavır. Eğer 9
Mart’ta yapılmak istenen harekata mani olunmasaydı, yapılacak ihtilal çok başka
olacak ve ‘Devrim Anayasası’ adıyla hazırlanan taslak yürürlüğe girecek, Türkiye
isim olarak olmasa bile sistem olarak tam bir komünist ülke haline getirilecekti...
Bu solcu güçler ve onların akıl hocalığını yapan devrimbaz sivillerin ortak
arzusuydu. Nitekim Ziverbey soruşturmasında hepsinin maskesi düşmüş ve menfur
düşünceleri bir bir ortaya çıkmıştır. 12 Mart, bir ihtilal ve darbe değildir.
Hükümeti belli konularda uyaran bir ikazdır. Elbette askeri olması yönüyle tasvip
edilemez. Hür iradeyi güç kullanmak suretiyle dize getirmenin tasvip edilmesi
mümkün değildir de ondan. Fakat çok daha kötü bir hareketi önlemesi bakımından
bu harekete iyimser bakmak mümkündür. Yani, kötüdür ama çok daha kötüye göre
o kadar kötü değildir.”10
Atatürkçü Evren’den inciler
İlerleyen bölümlerde Fethullah Gülen ve cemaat çevresinin 12 Eylül 1980
darbesine ilişkin söylediklerini aktaracağımızı da belirterek cunta lideri Kenan
Evren’in yaptıklarına bir göz atalım. ABD menşeili darbe sonrasında
Atatürkçülüğü kimselere bırakmayan Kenan Evren, 13 Kasım 1980’de ölen
Nakşibendî Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun Süleymaniye Camii’nin yanındaki
şeyhlerin bulunduğu özel yere gömülmesi için başkanlığını da yaptığı MGK’den
özel izin çıkarmıştı. Tüm yurdu tavaf eden Evren gezilerinde yaptığı konuşmalarda
Kuran’dan ayetler ve hadisler aktarıyordu.
10 http://tr.fgulen.com/content/view/3500/128/
7
14 Ekim 1980, Diyarbakır konuşması: “Dinsiz millet düşünülemez. Dinimize
sımsıkı sarılmalıyız.”11
17 Ocak 1981, Hatay konuşması: “12 Eylül yönetimi sadece sözlerle yetinmedi.
MSP’lilerin bile başaramadığı, din derslerini okullarda mecburi hale getirdi.”12
15 Ocak 1981, Konya konuşması: “Tanrısı bir, Kuran’ı bir, peygamberi bir, aynı
sesleniş ve yakarışla namaz kılanları birbirinden koparmaya imkân yoktur.”13
Cuntanın din atılımı
Cuntacı Evren bu söylemleri nedeniyle kendisini eleştirenlere de, “Ben arada
sırada vatandaşı ikna edebilmek için Ayet okuyorum. Bunu da bazı yazarlarımız
tenkit ediyorlar. ‘Cumhurbaşkanı Ayet okur mu?’ diye. Sanki Kuran-ı Kerim’i
okumak günahmış gibi, laikliğe aykırıymış gibi” 14 diyerek karşılık veriyordu.
15 Mayıs 1981’de de cunta yönetimi “Din İstismarını İnceleme Alt Grubu” adıyla
bir komisyon/kurul oluşturur. Genelkurmay, Adalet, İçişleri, Dışişleri, Milli Eğitim,
Gençlik ve Spor Bakanlıkları, Diyanet İşleri Bakanlığı ve MİT Müsteşarlığı
temsilcilerinin bulunduğu bu kurul hazırladığı raporunda mevcut İmam Hatip
Liselerinin var olan haliyle 10 yılda bile din görevlisi ihtiyacını karşılamada
yetersiz olduğu tespitini yapar. Soner Yalçın’ın Hangi Erbakan kitabında yer alan
bilgilere göre, “Yeni İmam Hatip Okulları, İlahiyat Fakülteleri, Yüksek İslam
Enstitüleri açılmalıdır. Din bilgisi dersleri, ilkokullardan başlayarak ilk ve orta
öğretimde mecburi olarak okutulmalıdır. Halkın basılı dini yayın ihtiyacı tespit
edilmeli, her yaş ve kültür seviyesinden insanın ihtiyacı olan dini neşriyatın
yaygınlaştırılmasına önem verilmelidir. TRT’de yapılan dini yayınlar
güçlendirilmelidir. Yeni camiler yapılmalı, kadrosu bulunmayan 18 bin köy
camisine kadro verilmelidir...” 15 diye sıralanır öneriler. Vakit kaybetmeden hayata
geçirilen bu kararların gerekçesi de, “Biz hurafelerle çocuklarımızın beyni
yıkanmasın diye okullarımıza mecburi din dersi koyma kararı aldık”16 olacaktır.
Asker tüm yurdu İmam Hatip’lerle ördü
12 Eylül cunta idaresi dönemiyle devam eden süreçte 1982 Anayasası’nın 24’üncü
maddesiyle din eğitimi devlet güvencesi altına alınıp seçmeli olarak okutulan din
dersleri, ilk ve orta dereceli okullarda zorunlu hale getirildi. 1979-80 döneminde
Süleyman Demirel’in açtığı 36 İmam Hatip Lisesi’ne, darbenin hemen ardından
11 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
12 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
13 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
14 Faik Bulut, Ordu ve Din, Berfin Yayınları
15 Soner Yalçın, Hangi Erbakan, Su Yayınları
16 Faik Bulut, Ordu ve Din, Berfin Yayınları
8
askeri yönetim 35 tane daha ekledi. 1982’ye kadar sadece bir tane İlahiyat Fakültesi
varken 1982’den sonra hızla artarak sayı 21’e çıkarıldı. 1983’te 1739 sayılı Milli
Eğitim Temel Yasası’nda değişikliğe gidilerek İmam Hatip Lisesi mezunlarına tüm
fakülte ve yüksekokullara girme hakkı tanındı. Böylece İmam Hatip Lisesi
mezunlarına bürokrasinin tüm kapıları açıldı. Klasik İmam Hatip Liseleri’ne
İngilizce eğitim veren Anadolu İmam Hatip Liseleri eklendi. 1984-97 arasında 235
İmam Hatip Okulu açıldı.17 İmam ihtiyacının karşılanması için açıldığı iddia edilen
İmam Hatip Liselerindeki öğrenci sayısındaki astronomik artış bir yana, imamlık
yapması mümkün olmayan kız öğrencilerin de İmam Hatip Okulu ve liselerine
alınması serbest bırakıldı. 8 yıllık eğitimin şart koşulmasına kadar olan sürede
sayıları 600’ün üzerinde olan İmam Hatip Liselerinde 60 binin üzerinde öğrenci
bulunuyordu. 1982-84 yılları arasında yurtdışında bulunan hemen tüm Diyanet
İşleri Başkanlığı kadrolarına verilen aylık bin 100 doların Rabıta (İslam Dünyası
Birliği) tarafından ödenmesi kabul edilir. Rabıta, ABD-Suudi Arabistan şirketi
ARAMCO tarafından kurulmuş ve tüzüğünde amacının İslam ülkelerinde şeriatı
getirmek olduğunu ilan etmiştir. Yine Rabıta tarafından kurulan İslam Konferansı
Örgütü (İKÖ) bünyesinde yer alan Ekonomik ve Ticari İşbirliği Daimi
Komitesi’nin (İSADAK) 4. yöneticisi de cunta lideri Kenan Evren olur. Faysal
Finans’a, Al Baraka’ya, İslam Kalkınma Bankası’na çalışma izni verilir. 1984’te Al
Baraka-Türk kurulur. “Sivil” hayata geçiş için yapılacak seçimlerde cuntacıların
General Turgut Sunalp’e kurdurdukları Milli Demokrasi Partisi’nin seçimleri
kazanması için tarikatlarla ilişki geliştirmesi de desteklenir. Sunalp, 1983 seçimleri
öncesinde İstanbul’daki Nakşibendî Dergâhı’na gidip şeyhlerle ayine katılmakta
sakınca görmez.
TSK’den itiraf
12 Eylül rejiminin dinle, İslam ve İslamcılarla kurduğu ilişki bir haberde bizzat
TSK’nin kendisi tarafından da itiraf edilecekti. Harp Akademileri Komutanlığı’nın
yayınladığı “Türkiye Cumhuriyeti’nin Laiklik İlkesinin Devamlılığının Sağlanması
17 İmam Hatip Liseleri, her iktidar döneminde siyasetin ana malzamelerinden biri oldu. 1951-1959 Adnan Menderes
Hükümeti 19 adet, 1962-1963 İsmet İnönü Hükümeti 7, 1965-1971 Süleyman Demirel Hükümeti 46 adet, 1974-
1975 Bülent Ecevit Hükümeti 29 adet, 1975-1978 Süleyman Demirel Hükümeti 233 adet, 1978-1979 Bülent Ecevit
Hükümeti 4 adet, 1979-1980 Süleyman Demirel Hükümeti 36 adet, 1984-1989 Turgut Özal Hükümeti 90 adet, 1990-
1992 Mesut Yılmaz Hükümeti 23 adet, 1992-1994 Süleyman Demirel Hükümeti 12 adet, 1994-1995 Tansu Çiller
Hükümeti 13 adet, 1995-1997dönemi hükümetleri zamanında ise 97 adet İmam Hatip Lisesi açıldı. Üniversiteye
girişteki katsayı uygulaması nedeniyle bir dönem bazıları kapanan ve öğrenci sayıları düşen bu okullar, 2004 yılında
AKP’nin “katsayı uygulaması değişecek” vaadiyle yeniden cazibe merkezi oldu. Bu dönemde 500’ün üzerinde İmam
Hatip Liseleri’nde okuyan toplam öğrenci sayısı 100 binin üzerine çıktı. Eğitim-Sen’in yaptığı bir araştırmaya göre
İlahiyat Fakültelerinde de10 binin üzerinde öğrencinin öğrenim gördüğü Türkiye’nin 5 bin imama ihtiyacı
bulunuyor.
9
İçin Yapılması Gereken Faaliyetler” isimli kitapta şeriatçılığın 1951’de DP ile
başlayıp MNP, MSP ve RP ile sürdürüldüğü vurgulanarak, “12 Eylül
müdahalesinden sonra da din rüzgârının, hızını arttırdığı ve dönemin partilerinin
koruyucu kanatları altında yürümeye devam ettiğinin” altı çiziliyordu. Harp
Akademileri Komutanlığı’nın hazırladığı kitapta “İslami tehlike” ile ilgili olarak
yer alan saptama da, “Asıl tehlike, geleceğin seçmen ve yöneticilerinin din
eğitimiyle yetiştirilme ve yönlendirilmeleri, gelir dağılımındaki dengesizliğin irticai
faaliyetlere etkisi, irticanın hortlaması için elverişli ortam yaratmasıdır... Yapılan
hesaplara göre, 2 bin ile 2 bin 500 arasında ihtiyaç varken yılda 52 bin mezun
veren İmam Hatip Lisesi, kurslar vb. engellenmediğinde 2000’li yıllarda 6-7
milyon oya ulaşacak olan irticai kesim tek başına iktidar olacaktır.”18
Askerin yaptığı tespit doğru çıkacak, 2000’li yıllarda ordu bizzat kendi yaratıp
büyüttüğü bu “canavara” karşı mücadele eder hale gelecekti.
Said-i Nursi’nin izinde bir vaiz
Cemaatinin polis teşkilatı başta olmak üzere bürokrasi içinde nasıl örgütlendiğine
geçmeden önce, Fethullah Gülen’in kim olduğuna bakmakta fayda var. Türkiye’de,
legal siyasal İslam’ın yükselişe geçtiği 1990’ların sonu ile AKP’nin iktidar olduğu
2000’li yılların başından bu yana en çok tartışılan isim kuşkusuz ki Fethullah Gülen
oldu. İslamcı düşünceyi toplumun geneline yayarak etkin kılınması için önemli bir
çaba içerisinde olan Gülen Cemaati, kendisini dönemin sosyopolitik koşullarına
uyarlayarak gelişti. Gülen cemaati1980’lerden bu yana ideolojik çehresini ciddi
biçimde değiştirirken Koruduğu en önemli özelliği AKP öncesinde de AKP
iktidarında da, dönemsel iktidar dengelerini iyi okuyarak siyasi partilerden özerk
kalmaya özen göstermek oldu. İdelojik olarak kendine yakın duran partilerin iktidar
ortağı ya da tek başına hükümet olmasıyla da devletin her kurumunda ciddi bir güç
elde etti. Said Nursi’nin fikirlerinin takipçisi olduğunu iddia etse de Gülen,
Nursi’nin görüşlerini kendisine özgü bir tarzda yorumlayarak bugünkü politik
gücüne ulaştı. Said-i Nursi’nin izinden giden Nur cemaatinin önemli birkaç
liderinin arasında iken hükmettiği para miktarının bilinemez boyutlara ulaşması ve
devlet kadrolarındaki örgütlenmesiyle neredeyse tek adam pozisyona kadar ilerledi.
1970’lerde ortaya çıkmasının ardından bugün itibarıyla geldiği noktada bu cemaate,
tarikata ya da liderinin adıyla anılan bu organizasyona ne isim verilmesi ya da nasıl
tanımlanması artık din bilginlerinin değil sosyolojinin alanına girdiği bir gerçek.
Din-Politika-Para üçgeninde bir organizasyon olarak ABD’de çok fazla benzeri
bulunan bu cemaat ya da şeffaf olmayan organizasyonu artık kendileri de dâhil
olmak üzere herkes Fethullahçı diye anıyor. Bir dönem kısa bir yayın hayatı
18 Radikal Gazetesi 9 Ocak 1999
10
sürdüren NTV Mag dergisinde, Tolga Çelik imzasıyla yayımlanan haberde19
Fethullah Gülen şöyle anlatılıyordu:
“Son yıllarda okulları, Işık Evleri, siyaset ve medya dünyasıyla olan ilişkileriyle
tanınan Gülen’in uzun yolculuğu Nur tarikatıyla başladı. Said-i Nursi 23 Mart
1960’ta Şanlıurfa’da yaşamını yitirince, tarikatı, ‘Bundan sonra ne olacak?’
kaygısına düştüler. Nurcuların bir kesimi, cemaatin başına bir kişinin seçilmesini
isterken, bir kesimi de Said-i Nursi’nin en yakınlarından oluşan bir İstişare
Heyeti’nin kurulmasını ve bu ‘Ağabeyler Konseyi’nin hareketi yönlendirmesini
uygun görüyordu. Bazıları ise siyasi bir teşkilat kurmayı, bazıları da devlete
başkaldırıp silahlı mücadele verilmesini önerdi. Tahiri Mutlu, Mustafa Sungur,
Ceylan Çalışkan, Hüsnü Yeğin, Bayram Yüksel, Mehmet Fırıncı gibi Nur
cemaatinin ağabeyleri, içlerinde en cevval ve en fedakâr gördükleri Zübeyir
Gündüzalp’i bu hareketin başına seçtiler. Kendileri de, Zübeyir Gündüzalp’in
altında bir istişare heyeti oluşturdular. Zübeyir Gündüzalp’in lider seçilmesi,
cemaatin içindeki tartışmaları bitirmedi. Nursi’nin sağlığında başlayan ‘Yazıcılar-
Okuyucular’ bölünmesi bu kez açıkça ortaya çıktı. Said-i Nursi’nin ölümünden ve
27 Mayıs ihtilalinin gerçekleşmesinden sonra bu karışıklık daha da büyüdü.
‘Yazıcılar’, Hüsrev Altınbaşak önderliğinde ayrı bir grup haline dönüştü.
Altınbaşak, Tahiri, Hulusi Bey, Demirel’in de akrabası olan İslamköylü Hafız Ali,
Mübarek Mustafa, Santral Sabri gibiler 1930 ve 1940’larda, Said-i Nursi’nin
yazmış olduğu risaleleri bizzat el yazısıyla kaleme alarak çoğaltmışlardı. Bu yazma
ve yazarak çoğaltma işini yapanlar Nurcular arasında ‘Yazıcılar’ diye anıldılar.
Zübeyir Gündüzalp, Ceylan Çalışkan, Mustafa Sungur, Bayram Yüksel, Mehmet
Fırıncı, Mehmet Emin Birinci ve Bekir Berk gibi isimler ise ikinci kuşaktan
Nurculardı. Cemaate sonradan katılmışlardı. Bu ekip, Nursi’nin eserlerini Latin
harfleriyle kitap halinde basıyordu. Bu nedenle onların adı ‘Okuyucular’a çıkmıştı.
Bir başka lider adayı Mehmet Kayalar, etrafındakileri silahlandırma çabası
gösteriyordu. O, ‘okumakla-yazmakla’ değil, ‘silahla’ Nurculuğun yaygınlaşacağı
inancındaydı. Mehmet Kayalar gibi düşünen bir başka isim de Elazığ’dan Müslüm
Gündüz’dü. Gündüz’ün Kayseri tarafında yandaşlarıyla atış talimleri yapacak kadar
işi ileri götürdüğü söyleniyordu. Bir başka aday Ankara’dan Said Özdemir’di.
Nurcular için önemli bir ‘ağabey’ olan Said Özdemir, cemaat içinde oldukça etkili
bir isimdi. Daha sonra Nurculuğun ‘Tenvir’ kolunu oluşturacak olan Said
Özdemir’in Ankara’da adamlarıyla silahlı dolaştığı söylentisi de yaygındı.
Erzurumlu vaiz gizli aday
19 NTV Mag, 6 Ekim 2000
11
O dönemde bir lider adayı daha gizli hazırlıklar içindeydi: Erzurumlu bir vaiz olan
Fethullah Gülen. Nurculuğun Erzurum’da en etkili ismi Mehmet Kırkıncı Hoca,
Osman Demirci Hoca (Adalet Partisi’nin Nurcu milletvekili) ve Muzaffer Aslan
sayesinde cemaatle tanıştı ve onlara katılmak istedi. 1963-66 yılları arasında Edirne
ve Kırklareli’nde görevli olduğu dönemde, camilerde yaptığı konuşmaları yoluyla
etrafında insanlar toplamaya başlamış, Nurcuları ve diğer dini çevreleri etkilemişti.
Hep ağlayan, bazen kendini yerden yere atan konuşma tarzı ile dikkatleri üzerine
çekiyordu. Okuyuculuk, yazıcılık, silahlı mücadele gibi tarzlardan ayrı olarak
‘hitabet’ yoluyla etkiliyordu çevresindekileri. Bir başka tarz daha geliştirdi: Açıkça
Nurcu olduğunu söylemedi, Nurcu ağabeyleriyle hep mesafeli bir temas içindeydi,
konuşmalarında Said-i Nursi’nin adını pek kullanmadı. Daha Edirne ve
Kırklareli’ndeyken cemaatin içinde yeni bir tarzın temsilcisi olmayı, etrafında
yetiştirdiklerini devletin önemli kademelerine yerleştirmeyi hedefliyordu. Diyanet
İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar Tunagör’ün teşvikiyle Fethullah Gülen 1966’da
İzmir’e tayin edildi ve orada hedefine uygun ve kendine has bir örgütlenme içine
girdi.
‘Yazıcılar’ın lideri Hüsrev Efendi, hareket içinde saygın bir kişiydi. Onun etkisiyle
‘Yazıcılar’, Denizli, Kütahya, Eskişehir, İzmir gibi yerlerde ağırlıklarını
hissettiriyordu. Ege bölgesi Yazıcıların kalesi oluvermişti. Fethullah Gülen ve yeni
oluşan çevresi de, ‘Yazıcılar’la birlikte hareket ediyordu. Bunun üzerine ‘ağabeyler
konseyi’nden Zübeyir Gündüzalp, Mehmet Fırıncı ve Bekir Berk Ege bölgesine
gitti. Çoğu yerde dershanelere alınmadılar, kimi yerde tartışmalar, kavgalar
yaşandı, kimi yerlerde ağır hakaretlere maruz kaldılar. Zübeyir Gündüzalp, ancak
daha planlı ve merkezi bir yönetimin ihtilafları çözebileceğini düşünüyordu.
İstanbul’a dönünce Süleymaniye’de Kirazlı Mescit Sokağı’nda bulunan 46
numaralı evi, Nurcuların merkezi olarak tahsis etti. Mehmet Fırıncı, M. Emin
Birinci, daha sonra aralarına katılacak olan Mehmet Kutlular, Kirazlı Mescit
Sokağındaki evin müdavimi oldular. Cemaatle ilgili kararlar, Said Nursi’nin
eserlerinin basımı, açılan dershanelerin tespitleri hep bu evde düzenlendi. Öyle bir
zaman geldi ki, cemaat bu evle anılır oldu: Kirazlı Mescit Cemaati...
1960’lı yılların sonlarında Necmettin Erbakan’ın, Odalar Birliğinden Demirel’in
emriyle atılması olayı bütün İslami kesimleri olduğu gibi Nurcuları da etkiledi.
‘Mason’ bilinen Demirel’in, ‘Müslüman’ bilinen Erbakan’a karşı gösterdiği bu
tutum, genelde bütün İslami çevrelerde büyük tepki oluşturmuştu. Müslümanlara
hitap eden bir parti düşüncesi de bu olayla birlikte gelince, bütün İslami kesimler
heyecanlandı. Ardından gelişen Hatice Babacan olayı bu süreci daha da hızlandırdı.
Hatice Babacan’ın başörtüsü yüzünden İlahiyat fakültesinden kovulması İslamcıları
ayağa kaldırmıştı. Bu olay İslamcı kesimler arasında AP’ye olan güveni azalttı ve
yeni parti kurma görüşü destek kazandı. Ancak Nurcuların ‘ağabeyleri’ içinde parti
12
konusunda bir birlik yoktu ve bazı’ ağabeyler’ Erbakan ismine çok sıcak
bakmıyordu.
Nurcu-MHP savaşı
Bu süreçte Nurcular Erbakan’dan endişelenirken, karşılarına MHP çıktı. MHP,
İslamcıların desteğini sağlamak amacıyla onları partisine davet ediyor, oy
vermeyecekleri de mason uşaklığıyla suçluyordu. MHP’liler Hüsrev Altınbaşak’la
da görüşmüşler ve Yazıcıların desteğini almışlardı. Fethullah Gülen’in tavrı da
onlardan yanaydı. Bir anda Isparta, Kastamonu ve Elazığ’daki Nurcular MHP’ye
tam destek sağladılar. Ankara, Adana, Yozgat gibi illerde de bir grup Nurcu
MHP’ye sıcak davranıyordu. Bunun dışında Alparslan Türkeş, Nurcuların arasına
adamlarını sızdırdı. Türkeş’in Nurcular içindeki adamları, Nur derslerinde
‘Başbuğun Risale-i Nur okuduğunu, ileride tam bir Nurcu lider olacağını’ yaydı.
Zübeyir Gündüzalp, liderliğindeki Ağabeyler Konseyi MHP’nin bu müdahalesine
karşı çıktı. Bu ekip, yayınladığı ‘Tarihi Vesikaların Işığı Altında İslami Hareket ve
Türkeş’ adlı bir kitapla MHP’ye açık tavır aldı. Bu eser aynı zamanda Nurcuların
ilk siyasi kitabıydı. Bu kitapta, Türkeş’in aslında M. Kemal ve İnönü’den farklı
olmadığı, din konusunda onlar gibi düşündüğü, Arapça ezana, çarşafa karşı çıktığı
kendi sözleriyle aktarıldı. Kitap, Gündüzalp’in talimatıyla Türkiye’nin her tarafına
gönderildi ve Nurcuların MHP’ye oy vermemesi için geniş bir kampanya
yürütüldü. Said Nursi’nin CHP’ye karşı DP’ye oy verdiği, AP’nin de DP’nin
devamı olduğu tekrar hatırlatıldı.
Fakat bu ilk açıktan muhalefet bir takım sıkıntıları ve tereddütleri de beraberinde
getirdi. Kimi yerde ‘MHP’ye karşı olmak ve onlarla uğraşmak cemaate zarar verir
dendi’ ve broşürün dağıtımına karşı çıkıldı. MHP aleyhtarı kampanyaya karşı
çıkanlar arasında ilginç bir isim vardı: Fethullah Gülen.
Fethullah Gülen, o sırada İzmir ve Ege bölgesinde vaazlarıyla ağırlığını
hissettirmeye başlamıştı. Nurcuların önde gelenlerinin tavsiyelerine pek uymadığı
da görülüyordu. Ağabeylerden Mustafa Sungur ona ‘Nur dershaneleri aç’ demesine
rağmen, Fethullah Gülen bu isteğe başlangıçta uymadı. Daha sonra yakınlarından
Mustafa Birlik ve Mehmet Metin ile birlikte kendine özgü, sonraları ‘Işık Evleri’
diye anılacak olan dersaneleri açmaya başladı. Üstelik Said Nursi’nin kitaplarını
değil, sadece kendisinin hitabetini ön plana alan bir çalışma tarzı tutturdu. Fethullah
Gülen’in konuşmaları kasetlere alınıyor ve bu kasetlerle özellikle Ege bölgesinde
hem taraftar, hem de para sağlanıyordu.
Abdullah Yeğin, Hulusi Efendi, Şerafettin Kartal, Bayram Yüksel ve diğer önemli
Nurcu Ağabeyler ‘Bantla hizmet olmaz’ diye bu örgütlenme tarzına karşı çıktılar.
Buna rağmen, Fethullah Gülen bu tarzda ısrar etti. Kemal Erimez, Mustafa Birlik,
İlhan İşbilen, Cahit Tuzcu, Bekir Akgün, Mustafa Asutay gibi bölgenin ileri gelen
13
Nurcuları da Fethullah Gülen’in yanında yer aldılar.
Fethullah Gülen, Nurculuğun içinde bir ‘Fethullahçılık’ oluşturma çabasına
girmişti. Üstelik Fethullah Hoca vasıtasıyla cemaate katılanların bazıları Fethullah
Hoca’ya Mehdi, Hz isa, Kahtani gibi manevi sıfatlar yakıştırıyorlardı.
Fethullah Gülen, ‘ağabeylere’ ilk muhalefet bayrağını MHP’ye yönelik savaşın
hizmete yakışmadığını ifade ederek, açtı.
Erbakan parlamentoya giriyor
Erbakan etrafındaki hareketlenme de, Nurcuların zeminini önemli ölçüde
etkiliyordu. Özellikle Ankara’daki Nurcuların Erbakan’ın yanında yer alması,
İstanbul’daki Nurcuları kızdırdı. Bu yüzden İttihad gazetesinde AP yanlısı
yayınlara ağırlık verildi ve yeni parti kurmak isteyenlerin aleyhinde yazılar
çıkmaya başladı. Bu durum ise bir anda yeni parti kurmak isteyenlerin tepkisini
çekti. 12 Ekim 1969’da yapılan seçimde Konya’dan bağımsız adaylığını koyan
Necmettin Erbakan milletvekili seçilince, AP içinde kendine yakın kimi
milletvekilleriyle yakınlaştı. Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu ile kurulacak
parti için birlikte çalışmaya girişti. Tevfik Paksu, Hüsamettin Akmumcu ve
arkadaşları, Nurculardan açıkça destek almaya çalıştıkları için beklemek zorunda
kaldılar. Zübeyir Gündüzalp, Paksu ve arkadaşlarına yüz vermedi. Buna rağmen
Erbakan ve arkadaşları ‘Hak geldi, batıl zail oldu’ ayetini slogan haline getirerek 26
Ocak 1970’te Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurdu. Anayasa Mahkemesi’nin MNP
hakkında kapatma davası açması da o güne kadar partiye mesafeli duran birçok
Nurcunun ‘İslam’ın partisi olduğu tescil edildi’ diyerek, MNP’ye yönelmesinde
etkili oldu Nurcuların tabanında çatlamalar ve kaymalar olmuştu. Bilhassa küçük
şehirlerdeki, kasaba ve köylerdeki Nurcular, MNP’nin saflarında faal olarak
çalışıyordu.
12 Mart’ta tutuklandı
12 Mart 1971 muhtırası Nurcuları da tedirgin eden bir darbe oldu. Muhtıradan
hemen sonra, 2 Nisan 1971 ‘de cemaatinin lideri Zübeyir Gündüzalp öldü. Otorite,
kontrol ve yönetme yeteneğine sahip Zübeyir Gündüzalp’in boşluğu doldurulacak
gibi değildi. Nurcu Yeni Asya cemaati için, ‘Bundan sonra ne olacak?’ kaygısı
yeniden başladı. 12 Mart yönetimi genelde Nurcuları kollamasına rağmen, İzmir’de
Fethullah Gülen ve Mustafa Birlik tutuklandı. Bekir Berk onları savunmak için
İzmir’e gitti, itiraz dilekçelerini yazdıktan sonra Balıkesir’e geçti ve orada bir ‘nur
ayini’ sırasında yakalandı. Tutuklanan Bekir Berk, İzmir Sıkıyönetim
Komutanlığına sevkedildi. Bademli Askeri Hapishanesinde Nurculuktan içeriye
alınan dört gruba mensup 53 kişi vardı. Bekir Berk ve diğerleri açıkça Nurcu
14
olduklarını söyleyip müdafaa yaparlarken, Fethullah Gülen ve Mustafa Birlik
Nurcu olduklarını gizlediler. Ama bunun bir faydası olmadı; Bekir Berk 1 yıl ceza
alırken, Fethullah Gülen ve Mustafa Birlik üçer yıla mahkûm edildi. Diğerleri ise
beraat etti.
Erbakan’la yakınlaşma yıldızını parlattı
Erbakan ve arkadaşları 12 Mart’tan sonra Milliyetçi Selamet Partisi’ni kurdu. MSP
kısa zamanda örgütlendi ve ilk seçimde Türkiye’nin üçüncü partisi olmayı başardı.
MSP’den sonra Yeni Asya cemaati en büyük dini gruptu. Fethullah Gülen ise Yeni
Asya cemaatinin içinde, adeta bir uçbeyi gibiydi. Gülen, bağımsızlığını ilan etmek
için uygun zaman kollayan bir küçük grubun lideriydi. Zübeyir Gündüzalp’in
ölümünden sonra Yeni Asya cemaatinin yıprandığını, MSP’nin ise gün geçtikçe
güçlendiğini ve siyasi yönden de etkin olduğunu gözlüyordu. Kafasındaki hedeflere
ulaşabilmek için, MSP’nin atak, keskin ve hareketli gençlerine ihtiyacı vardı.
MSP’ye yakınlaşmak, uzun vadede Fethullah Gülen için daha yararlı olacaktı. Bu
düşünceyle MSP çevresine adamları vasıtasıyla mesajlar gönderdi. Yeni Asya
cemaatini eleştirdi, MSP’nin gayretini övdü. Böylece MSP ile Gülen arasında bir
yakınlaşma başladı.
MSP’liler bu durumdan memnundu. Çünkü Yeni Asya cemaatini Fethullah Gülen
vasıtasıyla bölmek, zayıflatmak mümkündü. Erbakan, kurmaylarına ‘Fethullah
Gülen hocamıza sahip çıkın, onun etrafında bulunun, yardımcı olun’ talimatı verdi.
İşte bu yakınlaşmayla Fethullah Gülen’in yıldızı parlamaya başladı. Temelini attığı,
alt yapısını oluşturduğu cemaat bir anda hareketlendi. İzmir Bornova Camii’ne her
taraftan akın akın insanlar gidiyor, cuma vaazları veren Fethullah Hoca’yı
dinliyordu. Vaazdan sonra misafirler, Gülen cemaatine ait dershanelerde
ağırlanıyor ve teyp kasetlerinden yine Fethullah Hoca’nın önemli vaazları
dinletiliyordu.
Yeni Asya ileri gelenleri Fethullah Gülen ve cemaatini tamamen kopmaması için,
Fethullah Gülen’in vaazlarından bazılarını ‘Hitap Çiçekleri’ adıyla kitaplaştırdı.
Fakat istenilen yakınlık kurulamadı. Bunun üzerine Mehmet Kırkıncı, Mustafa
Sungur, Mustafa Bayram gibi ileri gelenler Fethullah Gülen’i ziyaret ettiler. Ama
artık kemikleşmiş bir çevre oluşturmayı başaran Fethullah Gülen, kendi hareket
tarzında ısrarlıydı. Kemikleşmiş taban MSP’lilerden oluşmuştu. Mustafa Birlik,
Kemal Erimez gibi Nurculuğuyla tanınmış güçlü kişiler de Fethullah Gülen’in
yanındaydı. MSP teşkilatları Fethullah Gülen cemaatinin gelişmesinde hayli
etkindi. MSP’liler her yerde Fethullah Gülen’in propagandasını yapıyorlardı.
MSP’lilere göre, Fethullah Gülen, diğer Nurcular gibi değildi, aslında MSP’liydi
ama açıkça siyaset yapmıyordu.
15
Gülen Yeni Asya’dan kopuyor
Fethullah Gülen ‘ortadaki insanlara’ MSP’lilerin teşkilatları sayesinde ulaşmayı
hedeflemişti. Daha henüz dikkate alınmıyordu, yeterince güçlü değildi ama bu
yolda sessiz ve derinden ilerlemesini sürdürüyordu. En büyük avantajı, hitabeti,
gözyaşı dökmesi, etkileyici yapısıydı. Zaten Yeni Asya cemaati gibi, kendi cemaati
de artık kamplara, dershanelere, dergiye, yurtlara, en önemlisi zenginliğe sahipti.
Yeni Asyacılar gibi Nurcuların şematik örgütlenmesini kurmuştu. O cemaatten tek
farkı, Yeni Asya’yı bir heyet yönetirken, cemaati Gülen tek başına yönetiyordu. O
bir yıldızdı.
Bu dönemde Fethullah Gülen devlete yakınlığını da ilan etmeye başladı. 1977’de
yurt çapında yapılan Yüksek İslam Enstitüleri boykotunu eleştirdi, ‘İslam’da
boykot yoktur’ diye konuşarak boykotu kırdı ve gücünü gösterdi.
MSP’lilerin tam desteğini alan, başka cemaatlerden de taraftar kazandığını gören,
maddi ve manevi olarak güçlendiği belli olan ve Yeni Asya cemaatinin özellikle
siyasi fanatikliği nedeniyle yıprandığını gören Gülen, artık bağımsızlığını ilan etme
zamanı geldiğini anlamıştı. Yeni Asya’yı çok siyasi olmakla, siyaseti hizmetin
önüne geçirmekle suçlayıp, cemaatini Yeni Asya cemaatinden ayırdı. Yeni Asya
cemaatinden bazı dershaneler de Fethullah Hoca’nın tarafına geçince büyük bir şok
yaşandı. Yeni Asya cemaatinde tam bir şaşkınlık hâkimdi.
Fethullah Gülen - Erbakan kapışması
Fethullah Hoca’nın gözü yaşlı vaazları çok etkili oldu. 1978’de yayımlamaya
başladığı Sızıntı dergisi etrafında oluşan beyin takımına sahipti. MSP’lilerin
teşkilatlarının desteği de buna eklenince Fethullah Gülen ve cemaati etkili bir
cemaate dönüşmeye başladı. Yeni Asya cemaatinden kopan, ama MSP’nin
gölgesinde kalan Fethullah Gülen cemaati, bu hamlelerle cemaatler arasında
üçüncü sıraya yükseldi. Yazıcılar ve diğer Nurcu gruplar zaman içinde
etkinliklerini yitirmiş, çoğu Fethullah Hoca’nın cemaatinde yer almaya başlamıştı.
Fethullah Gülen yeteri kadar güçlendiği inancına varınca MSP’lilikten de
kurtulması gerektiğine karar verdi. Yurt müdürlüğü, cemaatin çeşitli
kurumlarındaki görevler, dersane sorumlukları gibi çekirdek kadrolar, MSP’li
olanların elinden alınıyor ve kendisini Fethullahçı kabul edenlere devrediliyordu.
Çoğu kimse bu dönüşümün farkında değildi. Yapılan değişiklikler ‘hizmette nöbet
değişimi’ olarak sunuluyor ve öyle değerlendiriliyordu.
Fakat bir süre sonra MSP’liler durumu fark ettiler. Bu yüzden ortaya ‘MSP’lilik-
Fethullahçılık’ tartışmaları çıktı. ‘Nazik’ başlayan tartışma giderek sertleşti.
Fethullah Gülen 24 Haziran 1980’de yaptığı bir vaazda isim vermeden MSP’yi ve
MSP’nin yayın organı Milli Gazete’yi eleştirince, kapalı devre süren tartışmalar
16
açığa çıktı. Bu olay, Fethullahçılarla MSP’lilerin ilk gerginliğiydi. Bu sürede
Fethullahçılar MSP’lilerin öfkesi ve görülmedik tepkisi yatışsın diye sessiz kalmayı
tercih etti. Bu süreç içinde kendilerini bu noktaya getiren MSP’lilerin büyük
bölümünü, bazı müridlerini de kaybetti Fethullahçılar. Ama, MSP’lilerin öfkesi ve
tepkisi zamanla yatıştı. İki taraf da birbirlerini ‘kazanmak’ düşüncesiyle hareket
ediyordu. MSP yönetimi Fethullah Gülen’e karşı açıktan tavır almamıştı. Erbakan
da, açıktan Fethullah Gülen’i hiç eleştirmemişti. Ayrıca ülkedeki gelişmeler bu
kavganın açıkça sürmesini de engeller. 12 Eylül askeri darbesi sonucu MSP
kapatılır, Erbakan da cezaevine gönderilir.
12 Eylül 1980 darbesinin ilk günlerinde İslamcı çevreler büyük bir korku yaşadı.
Fakat çok geçmeden durumun pek de korkulacak gibi olmadığını farkettiler.
Darbenin lideri Kenan Evren, neredeyse dini cemaatlerin yapmak istediklerini
yapar hale gelmişti. Evren yurt gezilerinde yaptığı konuşmalarda ayetler, hadisler
okuyor, İslamı övüyordu. Darbeciler, cemaatlerin desteği karşılığında okullarda
dini eğitimi zorunlu hale getirdiler. Buna karşı Felsefe zorunlu ders olmaktan
çıkarılıp seçmeli hale getirildi. Evren’in bu tutumu dini cemaat ve tarikatları
rahatlattı. Ortam neredeyse tam aradıkları gibiydi.
Darbeciler ve cemaatler ittifakı
12 Eylül darbecileri de, özellikle Anayasa oylamasına taban bulmak amacıyla,
İslamcı çevrelere hoşgörülü davrandılar. Hatta kimi cemaatlerle de doğrudan
ilişkiye geçtiler. Nurcuların kimi ileri gelenleri, darbecilerle yakınlık kurmuştu.
Erzurum’da bulunan Mehmet Kırkıncı Hoca bunların başında geliyordu.
Mehmet Kırkıncı Hoca, Kenan Evren’e mektup yazarak neler yapılabileceğine dair
önerilerde bulunmuş, darbecileri överek dualar etmişti. Mehmet Kırkıncı’nın
Demirel’e bağlı Yeni Asya cemaati içinde çok etkili olduğunu öğrenen darbeciler
de ona yakınlık gösterir ve özel görüşmelerde kendisine yardımcı olacaklarını
söylerler. Kırkıncı Hoca, Fethullah Gülen ile işbirliği yapınca, ortaya büyük bir güç
çıkar.
Fethullah Gülen hakkında aranıyor afişleri asılı olmasına rağmen darbecilere tam
destek veriyordu. Sızıntı dergisinde askerleri öven başyazılar yazdı. Darbeden bir
ay sonra yazdığı ‘Asker’ ile, daha sonra kaleme aldığı ‘Son Karakol’ başlığını
taşıyan başyazılarda askerlerin ‘tepe’ bir varlık olduğunu söyleyerek, anadan
doğma asker millet olduğumuzu belirtti. Gülen’e göre, asker tam zamanında
yetişmeseydi, ‘Bütün millet olarak inkisar içinde ağlamadan başka çaremiz
kalmayacaktı.’ Ve Gülen 12 Eylül’den günümüze kadar ‘ağlayarak’ vaazlarını
sürdürdü...”
Sağ koluydu “itirafçı” oldu
17
Fethullah Gülen’i 1966 yılında İzmir Kestanepazarı camiindeki vaizliğinden beri
tanıyan, cemaatin bugünlere gelmesinde büyük yeri olan Akyazılı Vakfı’nı kuran
12 kişinin arasında olan ve birlikte çıktıkları yolda yıllarca beraber hareket
edenlerden birisi de Nurettin Veren’di. 30 yıl boyunca, iddiasına göre Gülen’in sağ
kolu olarak çalışan, cemaat içinde en etkin isimlerden biri olan Veren 2004 yılı
sonunda Hoca Efendisi’ne “ihanet” ederek bir çok iddia ve iftiralarda bulundu.
Veren, 1995 yılında fikren ve kalben aralarında ayrılıkların başgösterdiğini
açıkladığı Fethullah Gülen’le görüşmek için ABD’ye gittiğini belirterek, “Kendisi
ile bir ay süresince görüşmedim. Yargılanmasına sebep olan kasetleri medyaya
benim sızdırdığıma, sattığıma inanıyordu. ABD’de yaşıyor olmasını eleştirmem
üzerine de şömine maşasıyla bana saldırıp çevresinde bulunanlara öldürtmek
istedi. Beni kendisine suikast yapmak ve yerine geçmek istemekle suçladı.
Türkiye’ye döndükten sonra Alaaddin Kaya, Harun Tokak, Ali Bayram ve Suat
Yıldırım bana gelerek kırgınlığın giderilmesi için aracı olmak istediler ve Zaman
Gazetesi künyesinden çıkarılan isminin Genel Koordinatör olarak yeniden kondu.
Ben de bu nedenle 3 yıl boyunca basına bir açıklama yapmadım. Ancak gelinen
noktada cemaatten dışlandım ve bir süre sonra Zaman Gazetesi künyesinden
adımın yeniden çıkarıldığını görünce cemaatin içyüzünü kamuoyuna duyurma
gereği duydum” diyordu.
Cemaatten İP’ye uzanan yol
Veren, eğitim için beraber yola çıktıktan sonra cemaat üzerinde tek başına
hâkimiyet kuran ve kendisini mehdi zannettiğini söylediği Gülen’in büyük bir para
gücüne hükmettiğini belirtiyordu. Veren, başta İşçi Partisi’nin (İP) Aydınlık dergisi
ve Ulusal Kanal’ı olmak üzere yazılı ve görsel çeşitli yayın organlarındaki
ifşaatlarında Fethullah Gülen’i CIA ile ortaklık ve Türkiye’nin aleyhinde çeşitli
faaliyetlerde bulunmakla da suçlayacaktı. Veren, bir de web sitesi kurup iddiaları
oradan da sürdürdü. Ama hem bu site hem de sonradan yerine kurdukları sabote
edilerek çalışamaz hale getirildi. Gülen karşıtı çevrelerde de tanınmasını sağlayan
bu olaydan sonra Veren, 1 Kasım 2005 tarihinde yapılan bir törenle, Ergenekon
sanığı Doğu Perinçek’in liderliğini yaptığı İP’ye üye oldu. Fethullah Gülen
cemaatinin ilk kurulduğu günden sonra 35 yıl boyunca içinde olan Nurettin Veren,
cemaatle bağlantılı Zaman gazetesinde genel müdürlük ve genel koordinatörlük
görevini yürüttü. Samanyolu TV’nin kurucusu ve yönetim kurulu başkanı olan
Veren, cemaatin farklı düşünce çevrelerinde de açılması için kullanılan Gazeteciler
ve Yazarlar Vakfı’nın kurucusu ve mütevelli heyeti başkanıydı. Azerbaycan,
Kırgızistan, Gürcistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Arnavutluk,
Romanya, Bulgaristan, İspanya’daki Fethullah okulları ile İstanbul Fatih
18
Üniversitesi kurucusu ve başkanıydı. Konunun medyada tartışılıdığı günlerde
Zaman gazetesi tarafından yapılan açıklamada ise “Nurettin Veren hiçbir dönemde
Zaman Gazetesi’nin kurucu üyesi veya ortaklarından olmamıştır. Bu şahıs, bir
dönem gazetemizde çalışmış olmakla beraber, görülen lüzum üzerine işine son
verilmiştir” denilerek yöneticilik yaptığı yalanlandı. Veren’in iddaları ve
anlattıklarından bazıları şöyleydi:
• Fethullah Gülen, Amerika’da bulunmasını önce hastalık, sonra
“hicret”e bağladı. Buna kendisi de inanmıyor.
• Cemil Çiçek, Abdülkadir Aksu, Ali Coşkun, Şehabettin Harput gibi devlet
bakanları ile yüzlerce kez görüştü. Bu bakanlar Gülen’in her isteğini yerine
getirirler.
• Fethullah Gülen, cemaatine Atatürk`ü yıllardır din düşmanı ve deccal olarak
göstermiştir.
• Gazeteci ve Yazarlar Vakfi ile Samanyolu TV’de sahte imzalarla yönetim
kurulu kararları alınıyor, hisseler el değiştiriliyor.
• 1990 öncesi halktan toplanan himmet ve talebe bursu adı altında her
vilayetten, her ay, kayıtsız ve makbuzsuz olarak toplanan paraların yüzde
15’i ‘Kutsal Hoca’nın hakkı olarak’ örtülü ödenek tahsisiyle kendisine bölge
imamları aracılığıyla gidiyordu. ABD’deki çiftlik de bu paralarla alındı.
• Orduda Fethullahçılar vardır. Yüksek Askeri Şura (YAŞ) kararıyla Kurmay
Binbaşı seviyesinde atılan pek çok asker arkadaşların isimleri ilgili
makamlarda mevcuttur. Bu kişilerle Fethullah Gülen’in kaldığı her yerde
görüşmeler oluyordu. Ben de tanığıyım. Bu isimleri öğrenciliğimden bu yana
tanıyorum.
• Emniyet teşkilatındaki örgütlenme de K.Ö.20 hoca yürütüyor.
• 1990 öncesinde bir gün Gülen beni odasına çağırdı, elinde 100 sayfalık kağıt
ve dört beş tane teyp kaseti vardı. Bunları bana gösterdi. ‘Bak Nurettin Bey,
bunlar sizin ve pek çok kimsenin telefon dinleme kasetleri ve raporları’ dedi.
Aldım, baktım. Dinlenen telefonlar, başta benim, İlhan İşbilen’in ve
kendisiyle beraber hareket eden bizim arkadaşlarımızın telefonlarıydı. Ben
de kendisine ‘Bu dinlediklerinizin içinde ne gibi mahsurlu bir şey var ki...
Bunu bize sorabilirsiniz. Fakat Müslümanlıkta, değil telefon dinlemek,
20 Emniyette 1992’de yürütülen Fethulahçılık soruşturmasında, DGM’ye gönderilen fezlekelerde de adı geçiyordu.
19
birisinin penceresinden içeriye bakmak bile günahtır. Bunu siz anlatmıştınız’
dedim. Sözlerim üzerine Gülen, şu karşılığı verdi; ‘Ben sizin cüzdanlarınıza
bile baktırırım. Bu benim hakkım.’ İşte Gülen, eskiden bu yana çok büyük
bir istihbarat ağını kurmuştu. Fakat biz çok geç anlamıştık. Bu durumu İlhan
İşbilen’e gidip, anlattım. Telefonlarımızı dinlettiğini söyledim. O da 35
senedir, Gülen’le beraber aynı binada, Altunizade’de ve Bornova’da kalan
ilk arkadaşlardandır. Dedi ki ‘Odalarımıza bile dinleme cihazı konulmuş.
Ben buldum’ dedi ve bunu bana gösterdi. Ben o zaman anladım ki, Fethullah
Gülen korkunç bir istihbaratçı ve teşkilatçıydı.
Avukatları yalanladı
İddialarının yer aldığı her basın organına Fethullah Gülen’in avukatları tarafından
gönderilen açıklamalarda ise konunun iftiralardan oluşan yalanlar olduğu
söyleniyordu. Gülen’in marjinal çevrelerce karalama kampanyalarına ve iftiralara
maruz kaldığı belirtilen açıklamada, Nurettin Veren’in iddialarının uydurma ve
itfira olduğu belirtilerek, “Müvekkilimi karalamak, kişiliği hakkında kuşkular
uyandırarak onu kamuoyu nazarında küçük düşürmek, kendisine duyulan sevgi ve
güveni boşa çıkarmak amacına matuf olduğunu sağduyulu insanımız yakinen
bilmektedir. Nitekim Nurettin Veren de, kendisini ölümle tehdit ettiğini ileri sürerek
müvekkilim hakkında 3.1.2003 tarihinde şikâyette bulunduktan sonra; 10.1.2003
tarihinde yazdığı dilekçede, ‘Fethullah Gülen ile ilgili yaptığı yazılı ve sözlü her
türlü menfi beyanlarının hilafı hakikat olduğunu, bir kızgınlık anında yapılmış hınç
alma amaçlı ve gerçekleri yansıtmayan beyanlar olduğunu, devlet kurumlarına
verdiği yazılı ve sözlü beyanların itibara alınması gerektiğini, medya kuruluşları ve
mensuplarına Fethullah Gülen ile ilgili yaptığı beyanların da bu çerçevede
değerlendirilmesi gerektiğini’ yazılı olarak beyan etmiştir.” deniliyordu.
Fethullah Gülen: “Veren Şantaj yapıyordu”
Veren’in bu iddialarına o dönemde avukatları aracılığıyla yanıt veren Fethullah
Gülen, Milliyet Gazetesinden, Mehmet Gündem’in kendisiyle yaptığı röportajda21
da konuyla ilgili soruları yanıtlamıştı. “Nurettin Veren Şantaj Yapıyordu” diye
duyurulan söyleşinin ilgili bölümü şöyleydi:
Çok güvendiğiniz, “sağ kolum” diyeceğiniz biri var mı?
21 Milliyet Gazetesi, 28 Ocak 2005
20
Ben kimseye sağ veya sol kolum demedim. Aslen Erzurum’luyum. Kırklareli’nde ve
Edirne’de bulundum; oralarda bana karşı vefalı davranan çok kıymetli
arkadaşlarım oldu. Sonra İzmir’e geldim. Allah, Hacı Kemal –makamı cennet
olsun- Mustafa Birlik, Yusuf Pekmezci, Köse Mahmut gibi en kıymetli dostları bana
orada nasip etti. Eğer bir sağ koldan bahsedilecekse işte bunlar vardı ve eğer
onlardan biri benim sağ kolum olsaydı, ben o kolun altında kalır ezilirdim,
taşıyamazdım onu. Çünkü bir sağ kol olacaksa, keşke bunlardan biri beni sağ kol
olarak kabul etse, keşke bir Hacı Kemal, bir Mustafa Birlik olabilseydim ‘keşke
Yusuf Pekmezci’nin yerinde olsaydım’ derim.
Sizin 35 yıllık sağ kolunuz olduğunu söyleyip, bazı açıklamalarda bulunan Nurettin
Veren var. Söyledikleri doğru mu?
Eğer Allah nezdinde birinin hakkı varsa o hak asla kaybolmaz; Allah herkesin
nerede olduğunu biliyor.
Sizi siyasilerle tanıştıran, yurtdışı açılımlarınızı sağlayan Nurettin Veren miydi?
İddialarını okumadım; arkadaşlar internetten bir kısmını aktardılar. Özet olarak
dinleyince hayret ettim, etrafında beliren birkaç insanla birlikte, herkesin takdir
ettiği, bir zamanlar kendilerinin de takdir ettiği hizmetlere karşı menfi tavır içine
girdiler; asılsız şeyler söylediler. Olmasını istediği şeylere bakınca şaşırıyorum,
hukuk vazıı (kanun koyucu) gibi konuşuyor, “Bu hareket Kızılay gibi Yeşilay gibi
şey olsun, başına (içinde kendisinin de bulunduğu) bir kayyım heyet konulsun” gibi
yapılması kanunen de mümkün olmayan şeyler söylüyor. Hatta isteklerinin bir
kısmını devlet bile mevcut kanunlarla yapamaz.
Siyasilerle tanışmanızda aracı olan kimdi?
Beni Sayın Süleyman Demirel, Turgut Özal ve İsmet Sezgin’le tanıştıran merhum
Hacı Kemal’di. Süleyman Bey’le eskiden beri tanışıklığı vardı, Turgut Bey’le senli
benliydi. Devlet kademesinde birçok kimseyle tanışmaya ve görüşmeye büyük
ölçüde vesile olan oydu.
Nurettin Veren’in politikacılarla çekilmiş fotoğrafları var. Onun hiç katkısı olmadı
mı?
Bazen bir yerlere giderken zaman zaman arabayı o kullanmış, hareketin itibarı
adına bazı kimselere ulak olarak gitmişti. Fakat o da kalkıp kendisini sağ kol
yerine koymuşsa istismar ediyor demektir. Anlatılanlara bakıyorum, benim yanıma
birisi gelmişse onunla aynı kareye girmek istemiş, bir cumhurbaşkanına hizmet
adına gitmişse onunla aynı kareye girmek istemiş sonra da bunları albüm yapmış,
değişik devlet başkanlarına verilmek üzere alınan mektupları kendi adına
dosyalamış. Eğer bunlarla sağ kol olunuyorsa başka kimseler de istese aynısını
21
yapabilirdi. Açık söylemek gerekirse, yanıma gelip giden insanların geleceğe matuf
(yönelmiş) derin hesapları olacağına ve bunları kullanacağına ihtimal veremezdim.
Amerika’da yanınıza geldi mi ve siz onu tehdit ettiniz mi?
Beni kendi halime bırakın, kendi işime bakmak, zengin olmak istiyorum demiş ve
ayrılmıştı; uzun zamandır görüşmüyorduk. Doğrusu ben de kırılmıştım. Hizmete
olan güven kredisini şahsi işleri hesabına kullanıyor, yalan söylüyor ve şantaj
yapıyordu. Bir dönemde bazı arkadaşların fikrini bulandırmış, milletvekili olma,
bir siyasi partinin içinde yer alarak daha güzel hizmet edileceğine inandırma gibi
çabalara girmişti. Sonra bazı arkadaşlar gelip özür dilediler, “Hocam Allah
senden razı olsun, bizi kandırıp siyasetin içine çekeceklerdi” dediler. Oysa siyasete
girmeme, bütün partilere aynı uzaklıkta durma gibi temel disiplinlerimiz vardı. Bu
sebeple kızmış, tavır koymuştum. Bu şekilde aradan uzun bir zaman geçmişti.
Birkaç sene önce, Amerika’ya gelmiş, hatırını kıramayacağım bir arkadaşa
“duasını almak istiyorum” demiş. Ben itimat edememiştim, görüşmek istemiyordum
ama araya koyduğu arkadaş güvendiğim birisiydi; netice itibariyle geldi ve burada
bir müddet kaldı. Bir gün odama girmek istedi. Ben de biraz müsamahakâr
davrandım. İçeriye girince “Benim çilem hala bitmedi mi” dedi. Ben de “Ne çilesi,
kim sana ne yaptı ki, çekip gittin” dedim. Haziran Fırtınası’nda montajlanan
kasetleri onun verdiğine dair dedikodular oluyormuş, kastettiği şey oymuş. Halbuki
ben o dedikoduları duymamıştım. Sonra bağırdı, tehdit etti. Ben de kapıyı açtım,
arkadaşları çağırarak onu götürmelerini istedim.
Ölümle tehdit ettiniz mi?
Allah’ın lütfu olarak, Türkiye’de seveni, saygı duyanı çok olan bir insanım. Eğer
kendisine bir fiske vuran olduysa söylesin. Allah’tan korkmak lazım.
Şimdi hakkında ne düşünüyorsunuz?
Uzaklaştığı dönemde gönlüm kırık olduğu halde şefkatim galip geliyordu ve
dualarımda eksik etmiyordum onu. Hatta şu anda bile dualarımdan eksik etmedim.
Allah kalbine hidayet ihsan eylesin dedim; Allah’a havale ettim. Sadece onun
söyledikleri değil, Haziran Fırtınası’nda ve daha başka zamanlarda da aleyhimde
yazılanlara bakmamaya çalışıyorum ki, gönlümde o insanlara karşı olumsuz bir iz
kalmasın. Allah’a çok şükür, içimde hiç kimseye karşı bir olumsuzluk taşımıyorum;
gönlümü açıp elimi herkese uzatacak kadar vicdanım rahat…
Işık Evleri’ndeki kurallar ve yemin metni
22
Ancak Nurettin Veren, iddialarını 2007 yılında yazdığı kitabıyla22 da yineledi. “Işık
Evleri, belli bir disiplin içinde namaz kılan, içki ve sigara içilmeyen, Risale-i Nur
okunan evlerdi. Hatta Fethullah Gülen’in kendisi de haftada bir defa gelip Risale-i
Nur okuyordu evlerde. Gülen bir süre sonra, bu evlerin disiplini için bizi yemin
etmeye çağırdı: ‘Bakın bu, ciddi bir iştir. Bugün beş-on ev olabilir ama ileride sayı
artabilir’ dedi. 18 maddelik kuralları kâğıda kendisi yazmıştı. Bunun yanında
yemin metni hazırladı. Yemin edenler, hazırlanan prensiplere uymakla mükellef
olacaktı” diyen Veren’in kitabında anlatılanlara göre Fethullah Gülen’in yazdığı ve
Işık Evlerinde uygulanan yemin metni ve 18 maddelik prosedür şöyleydi:
Yemin Metni:
“Gücüm yettiği kadar Kur’an’ı (bu orijinal metinde Fethullah Gülen’e idi. Sonra
tepki çeker, uygun olmaz görüşü ile Kur’an olarak değiştirildi) hayatıma gaye
edineceğime; kardeşlerime karşı sadakat izinde bulunacağıma; halkın ve talebe
arkadaşların izzet ve onurlarını izzetim ve onurum kadar yükseltmeye
çalışacağıma; kusurlarımın hatırlatılması karşısında memnuniyet ihzar ede.
Dâhilden ve hariçten gelen bilumum taarruz ve tenkidleri nefsime yapılmış gibi red
edeceğime, bilumum karar listesindeki esaslara riayette bulunacağıma; hizmet
adına uhdeme aldığım vazifeleri veya kararla bana tahmil edilen mükellefiyetleri
itirazsız yerine getirmeye çalışacağıma; Kur’an’a (bu orijinal metinde Fethullah
Gülen’e iken, sonradan değiştirilmiştir) sadakatten hiçbir surette ayrılmayacağıma;
münferit hareket edip bu kararlara muhalif davrandığım an ihtiyarımla bu kadrodan
kendimi iskat edip herhangi bir talebe gibi dershanede gibi vazifeme devam
edeceğime Vallah-Billah kasemleriyle yemin ediyor ve bu yeminin La Yenkatı
olmasına Cenab-ı Hakkı istişhadda bulunuyorum.”
• Finansman kaynaklarının tekele verilmesi, şahsi tasarruflar yapılmaması;
• Finansman kaynaklarının derneğe verilmesi;
• Lüksten kaçınmak, israf yapmamak;
• Dershanelere nezaret eden arkadaşlar, evde kalanlara her türlü adap ve edep
kaidelerini öğretecek;
• Şahsi işlerimizi dahi görüşüp kararın varıldığı istikamette işleri yapmak;
• Dâhilde ve hariçte kim vazifelendirilirse o vazifeye o gidecek, başkası o işe
karışmayacak;
• Herkesin nereye, ne zaman gideceği bir sisteme bağlı olarak yürütülecek
(dışarıya gitmeler, içteki ziyaretler);
22 Nurettin Veren, Kuşatma - ABD’nin Truva Atı Fethullah Gülen, Siyah Beyaz Yayınları
23
• Kusurlarını birbirine hatırlatmak için kardeş edinme;
• Bu kadroyu etrafa empoze etme, kuvvet kazandırma, çok kuvvetli gösterme
(içte ve dışta olacak);
• Arkadaşların birbirlerini kabul ettirmesi ve ittifak ettikleri o mevzuda aynı
şeyleri söylemesi;
• On beş günde bir, bir araya gelip arıza ve pürüzlere bakılması (pazar günü
ikindi-akşam arası);
• Bilumum dışarıya giden arkadaşların tenkidinin 15 günlük toplantıda
görüşülmesi;
• Acil durumlarda o mevzu ile alakalı olan arkadaş toplantı gününü
beklemeksizin Hocaefendi’ye duyurabilir;
• Şeriat fikrinin müdafii olma, Risale-i Nur ve Üstadı şeriata muvafık şekliyle
arzetme, Tesbihat ve evrad-ı ezkara ehemmiyet verme, bunların
büyüklüğünü anlatma;
• Karara bağlanan bir şeyin hiçbir zaman aleyhinde bulunmama (ima ihsas
yoluyla dahi olsa). Aksine fikir olursa hakk-ı hayat tanımama;
• Her arkadaşın resmi, gayriresmi bir işinin olmasına ihtima;
• İstişareden sonra fikir beyan etmeme, alınan kararları infaz etme. İstişareyi
kimlerle yapacağını bilme (Ashab-ı rey);
• Kendi kardeşlerimize hakta öncelik tanıma. Bir kardeşin aleyhinde
söylenecek söz vs’de onu müdaafa, söyleyeni de toplu olarak istintaka tutma,
şiddetle bu iftirayı reddetme.
Not: Bu şartlardan birine riayet etmeyen kendi kendini azletmiş olacak,
talebe durumuna düşecek. Bu kadro evdekilerden ve halktan gizli tutulacak,
kimse bilmeyecek.
Cemaatin evlere sızma aracı Sızıntı Dergisi
1942’de Erzurum’da doğan, terk ettiği ilkokulu sonradan bitiren, her daim Nurcular
ve İlim yayma Cemiyeti ortamlarında zaman geçiren ve babası gibi imamlık yapan
Gülen’in bugünlere gelmesinde, birlikte yola çıktıkları arkadaşlarının dostluğu ve
10 yaşındayken Kuran’ı hatmedip 14 yaşında ilk vaazını verdiğini düşününce
kuşkusuz ki hitabet yeteneği de etkili oldu. 1970’li yılların sonunda Nurculuk
öğretisini benimsemiş 12 İslâmcı erkeğin Fethullah Gülen’in liderliğinde
kurdukları yapının örgütlenmesinin en önemli araçlarından biri, tüm müritlerin
24
histe ortaklaşmasını, bir cemaat dili ve ruhu yaratmasını sağlayan, 30 yılını geride
bırakan Sızıntı isimli dergiydi. İlk çıktığı yıllarda, cemaatten olmayanlara da
bedava dağıtılarak hemen her eve giren derginin Yayın Yönetmeni Arif Sarsılmaz
2006 yılında kaleme aldığı “Sızıntı Mektebi” başlıklı yazısında çıkış sürecini şöyle
anlatıyordu: “Sene 1979. Ülkemiz anarşi ve kaosun karanlıklarında. Dış ve iç
mihrakların tahriklerine kapılmadan, hiçbir anarşik hâdiseye karışmadan okuma
gayretinde olan küçük bir grup ise haftada bir gün kendilerine cami kürsüsünden
nasihat eden büyüklerini dinleyerek bu kaotik ortamdan kurtarabilecekleri
insanlara ulaşma derdinde… Bu gençlerin de pek çoğunun yolu birkaç sene önce
diğerlerinden ayrılmış. Üniversiteyi harp sahasına çevirenlerin arasından Allah’ın
lütfûyla sıyrılan bu talihliler, o güne kadar hiç alışık olmadıkları bir üslûpla hitap
eden, Darwinizm, termodinamik, atom, entropi gibi biyoloji ve astrofiziğe ait
mevzuları, üniversitedeki derslerin materyalist yorumunun tam tersi istikametinde
şerh eden Zât’ı dinleyerek kalblerini aydınlatmaktalar. Ülkenin kurtuluşunun ve
istikrarının nasıl bir insan modeliyle gerçekleştirileceğini, bu insan modelinin
yetiştirilmesi için ne gibi faaliyetler yapılması gerektiğini teşhis eden Muhterem
Büyüğümüz akıl ve kalbleri ikna ederek tedavi için çareler arıyor… Saf, temiz ve
berrak bir şekilde ince ince sızarak gönüllere girmeyi hedefleyen bu dergi, 1979’un
Şubatında yola böyle çıkmıştı.”23
Sarsılmaz’ın “o zat” ve “büyük insan” diye bahsettiği kişi Fethullah Gülen’den
başkası değildi elbet. Derginin 2009 Mayıs ayındaki sayısında da Mümtaz Aydın
imzasıyla yayımlanan, “Bir Hak Dostu Hacı Bayram Veli” başlıklı yazıda24, isim
vermeden Gülen’le ve daha çok bugünkü durumuyla özdeşlik kurması bakımından
ilginçti. Yazı, Osmanlı’da devleti ele geçirmek niyetiyle suçlanan Hacı Bayram
Veli’nin, aslında binlerce müridiyle devlete nasıl hizmet ettiğinden ve kıymetinin
sonradan anlaşıldığından şöyle bahsediliyordu: “...İsyancı olduğu bildirilen kişi
hem bir müderris, hem de zühd ve takva içerisinde yaşadığı söylenen bir
mutasavvıf, bir gönül insanıydı. Fakat edinilen bilgilere göre, o diğer şeyhlere pek
benzemiyordu. Talebeleriyle birlikte hem bizzat tarlalarda çalışıyor, hem de
insanlarla sürekli irtibat hâlinde olup sosyal hayatın içinde yer alıyordu... Hacı
Bayram Velî, bu şekilde hem talebelerini yetiştiriyor, hem de belli saatlerde camide
insanlara vâz u nasîhatte bulunuyordu. İnsanlar Hacı Bayram Velî’nin vaazlarına
koşuyor, ahlâkî güzelliğini gördükçe ona daha çok bağlanıyordu. Her gün
huzuruna pek çok kimse gelir, insanlar buradan dertlerine Allah’ın lütfuyla şifâ
bularak giderlerdi. Talebeleri gün geçtikçe çoğalmaya başlamış, ismi kısa zamanda
her tarafta duyulmuştu. Etrafına çok sayıda talebenin toplandığını gören bazı haset
kimseler padişaha; ‘Sultânım! Ankara’da Hacı Bayram isminde biri, bir yol
tutturarak halkı başına toplamış. Bir isyan çıkarmasından korkarız!’ diyerek ona
23 Sızıntı Dergisi sayı 28
24 Sızıntı Dergisi sayı 364

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder