4 Nisan 2011 Pazartesi

Imamin ordusu.200-298 ....sayfa...


Cemaatçi bilinirken cemaatin kurbanı oldu
Uzun, Büyükanıt’ın şikâyeti ile görevinden alınmış gibi göründüğü için o dönem
medyanın liberal demokrat görünümlü kalemleri tarafından AKP iktidarı ve
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan askerin sözünden çıkamadığı için eleştirilmişti.
Asker nezdinde de “sakıncalı bir dindar” ve hatta Fethullahçı olarak bilinen Sabri
Uzun, dönemin kudretli Kara Kuvvetleri Komutanı Büyükanıt’ın girişimleriyle
görevinden alınmış gibi görünse de işin aslı öyle değildi. Daha önce Uzun ve
arkadaşlarının sohbet konusu olan bu görevden el çektirilme Hanefi Avcı’nın
Eskişehir Emniyet Müdürü iken yazıp yayımlattığı kitapla kamuoyu tarafından
öğrenildi. Avcı’nın garip iddialarla tutuklanarak cezaevine girmesi sürecini de
başlatan “Haliç’te Yaşayan Simonlar. Dün Devlet Bugün Cemaat” adlı kitabına
göre Büyükanıt, bizzat karşı çıktığı cemaat mensuplarınca kullanılmıştı. Avcı’nın
kitabında bu iddiaları şöyle anlatıyordu:
“Sabri ağabey zaman zaman askerlerin toplumsal olaylara ve güvenlik işlerine
fazla karışmalarına karşı tepki gösteriyor ve bunu her yerde alenen söylüyor, bu
nedenle de askeri cephede tepki çekiyordu. Türkiye’de gerçekleştirilmiş tüm darbe
203
ve müdahalelerle ilgili bilgileri ortaya çıkarıyor, demokrasimizin sürekli asker
gölgesinde kalmasını ve bu tür girişimleri eleştiriyordu. İki astsubay ve bir
itirafçının bir kitapçı dükkânına bomba attıklarının anlaşıldığı Şemdinli olayında,
bu olayı araştıran TBMM Komisyonuna tanık olarak çağrıldığında söylediği
“Hırsız evin içindeyse kilit işe yaramaz” sözü literatüre girmişti. Ancak
konuşmaları nedeniyle Sabri ağabey hakkında askeri cephede olumsuzluk hep vardı
ama onun fark edemediği, kendi cephesinde de olumsuzlukların bu tarihte başlamış
olmasıydı.
Şemdinli olayları hakkında 5 sayfalık rapor hazırlayıp Başbakana verdiği
söylenmiş ve bu rapor Sabah gazetesinde çıkmıştı. Herkes bu raporu Sabri
ağabeyin yazdığını, söylüyordu ama onun bu rapordan haberi yoktu. Zaten Sabri
ağabey eldeki bilgiler ne ise onları veri kabul eder, askeri kişi ve faaliyetleri
eleştirir, asla ekleme çıkarma yapmazdı. Sabah gazetesi bu bilgileri Başbakan İn
yakın çevresinde bulunan bir danışmandan aldığını söylüyordu. İşin aslı bir süre
sonra anlaşıldı. İDBnda birileri beş sayfalık bir rapor hazırlamış. Bu raporu
Başbakanlığı ya da Başbakana vermişti ama bu rapordan Daire Başkanının haberi
yoktu. Bu görülmüş veya alışılmış bir durum değildi…
Yaşar Büyükanıt Paşa emekli olduktan sonra yaptığı bir açıklamada Sabri ağabeyi
(İstihbarat Daire Başkanını) Başbakan’a söyleyerek aldırttığını açıklamıştı. Bence
o zaman Yaşar Paşa’ya Sabri ağabey hakkında en ciddi bilgileri getirenler aslında
en ciddi iğfal edicilerdi ama ne Yaşar Paşa ne de TSK bunları, bu yöntemleri asla
anlayamadı. Yaşar Büyükanıt, Sabri Uzun’u görevden kendisinin aldırttığını
zannetti ama aslında o sadece gerçek alınma sebebine bir perde olmuştu, hem de
kendisinin en fazla karşı çıktığı gruplara hizmet eder tarzda.”
Cemaatçileri şarka gönderdi diye
Avcı’nın kitabında anlattığına göre Uzun’un görevden aldırılmasının tek nedeni ise
başkanlığını yürüttüğü İDB’de şark görevini yapmamış elemanlarını bakanın
ricasına rağmen şarka göndermesiydi. Çünkü iddiaya göre şark hizmetini
yapmayan bu polisler cemaatçiydi ve cemaat, İDB içindeki yapılanmasını bilmeden
şark görevi için doğu ve güneydoğuya gönderen Uzun’dan kendisini deşifre
etmeden bu şekilde intikam almıştı. Bir başka deyişle Emniyet İDB’de örgütlenmiş
cemaat elemanları el altından Büyükanıt’a aktardığı bilgilerle, Büyükanıt’ı
Başbakan’a şikâyet ettirmiş, Erdoğan da Sabri Uzun’u görevden almıştı. Bu iddiayı
da kitabında Avcı şöyle dile getiriyordu: “Peki, tüm bunları neden yapıyorlar diye
sorguladığımda tek sebep şu gibi gözüküyordu: Sabri Bey, istihbarat dairesinde
şark görevini henüz yapmamış olan personeli, bazı arkadaşların hatta Bakan in
isteğine rağmen zorla şarka tayin etmişti. İstihbarat Daire Başkanlığında yıllarca
çalışan bu kişilerin hiç şark illerine gitmemiş olması dışarıdan garip gözüküyordu
204
ve teşkilatta hak ve adaleti gözetmek adına Sabri ağabey bu tayini yapmıştı. Fakat
birileri bu işten son derece rahatsız olmuştu. Nasıl olur da bu kişiler başka illere
tayin edilirdi? Bu kişiler onlara lazımdı, belki de onlar cemaatin önemli
elamanlarıydı. îşte tüm yapılanların arka planında aslında bu mesele vardı, ama
sanıyorum askerler fırsat olarak çıkmış ve kullanılmıştı.”
Uzun’u haklı çıkaran öngörüsü
Türkbank soruşturmasıyla ilgili asılsız bir suçlama nedeniyle hakkında yürütülen
soruşturmada aklanmasından sonra Uzun, birilerinin kendisine yönelik bir komplo
hazırlamaya çalıştığından kuşkuya düşer. Uzun, benzer komplo ve suçlamaların
devam edeceği öngörüsüyle Emniyet Personel Daire Başkanlığı’na bir dilekçe
yazar. Uzun, Türbank’la ilgili olayı da belirterek hakkında aslısız ihbarları içeren
mektuplar gönderilerek kendisi hakkında komplo düzenlenmeye çalışıldığından
şüphelendiğini anlattığı dilekçesine daha önce verdiği mal beyanını yenileyerek
gönderir. Bundan böyle her ay mal beyanını yenileyerek vereceğini de belirtmeyi
ihmal etmez. Oynanan oyunu fark eden Uzun kendisiyle birlikte daha önce
suçlanan arkadaşları İsmail Çalışkan ve Emin Arslan’ı uyarmayı da ihmal etmez.
Ancak Arslan’ın verdiği yanıt kendisinin çok fazla komplocu düşündüğü ve teşkilat
içinden kimsenin böyle kötülükler yapmayacağı olur. Arslan’ın bu iyi niyetli
yaklaşımı ise ileriki bölümlerde anlatacağımız gibi kendisini cezaevine kadar
götürecektir. Uzun’un haklı çıktığı öngörüsü ise haberi dahi olmadan yürütülen bir
soruşturma sonunda hakkında dava açılmasından da kendisini kurtaracaktır.
Başbakan Erdoğan: “Biz getirdik biz aldık”
O zamanlar bu tezgâhların arkasında, kuvvetli bir cemaat örgütlenmesinin
olacağına ihtimal vermeyen Uzun, Şemdinli olaylarından bir süre sonra 22 Mart
2006’da görevinden alınır. Gazeteci Nazlı Ilıcak, o günlerde Kanal 7
televizyonunda yaptığı Sözün Özü programına konuk aldığı Başbakan Erdoğan’a
medya ve kamuoyunda çok tepki çeken bu görevden alınmanın nedenini sorar.
Erdoğan, “Bu siyasi bir karardır. Biz göreve getirdik biz aldık” demekle yetinir.
Erdoğan “Biz getirdik, biz aldık” dese de Şemdinli olaylarıyla ilgili bilgi notunun
kopardığı fırtına sonrasında Uzun’un, bizzat dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı
Büyükanıt tarafından görevden aldırıldığı kesindi. Zaten kendisi de bunu bir
televizyon programında anlatınca Uzun, sözkonusu bilgi notuyla ilgisi olmadığının
anlaşılması için Büyükanıt hakkında 7 Ağustos 2010’da manevi tazminat davası
açtı. Büyükanıt’ın “uydurma beyanatlar veriyor” ifadesiyle Uzun’un kastedildiği
ifade edilen dava dilekçesinde, bu yolla Uzun’un manevi kişiliğine yönelik
saldırıda bulunulduğu, bu beyanla Uzun’un uydurma beyanatlar verebilecek bir
205
kişilikte olduğunun iddia edildiğinin anlaşıldığı ifade edildi. Kadıköy 4. Sulh
Hukuk Mahkemesi’nde görülen dava kitap yazıldığı sırada halen bitmemişti.
İfade alınmadan yürütülen soruşturma
Uzun, görevden alındıktan yaklaşık 2 ay sonra 6 Haziran 2006’da Ankara
Cumhuriyet Başsavcı Yardımcısı Abdullah Ayhan Şen tarafından hakkında
yürütülen bir tahkikat nedeniyle adliyeye çağrılır. Başsavcı yardımcısı Uzun’a
hakkında bir tevdi evrakı (suç duyurusu) olduğunu söyler. Uzun ne ile ilgili
olduğunu sorduğunda mal varlığında aşırı ve usulsüz artış tespit edildiği ve bunları
haksız biçimde elde ettiğiyle suçlandığını öğrenir. İçişleri Bakanlığı müfettişlerince
bir ihbar mektubuna dayanılarak yürütülen soruşturmanın ardından kaynağı belirsiz
mal edindiği gerekçesiyle Uzun hakkında cumhuriyet başsavcılığına suç
duyurusunda bulunulmuştu. Suç duyurusuna kaynaklık eden ihbar mektubu ise
Uzun görevden alınmadan kısa bir süre önce 17 Şubat 2006’da gönderilmişti. Yani
Uzun, 5 yıl aradan sonra yeniden karşısına getirilerek Ergenekon’la ilgili oldukları
öne sürülen 25 generalin adının bulunduğu şemayla ilgili yürütülmek istenen
soruşturmaya istenen ikinci kez olumsuz yanıt verdiğinin hemen ertesinde.
İhbar mektubu hemen işleme konulmuş ve konuyu soruşturmak üzere, Hrant Dink
suikastı sonrasında İstanbul Emniyetiyle ilgili yürütülen soruşturmada da karşımıza
çıkacak olan Mülkiye Müfettişi Mehmet Ali Özkılıç görevlendirilmiştir. Mal
varlığı, banka hesapları hakkında geniş ve detaylı bilgiler bulunan suçlamayı içeren
bir ihbar mektubu gönderilmesi üzerine mülkiye müfettişi Özkılıç tek sözcük
ifadesini bile almadığı Uzun hakkında idari soruşturma yürütüp suçlu bulmuştur.
Ancak tüm bu süreçten Uzun’un haberi dahi yoktur. Müfettiş Özkılıç, suç
duyurusunda bulunduğu Uzun’un zamanında mal bildiriminde bulunmadığını ve
bazı mallarının gelirleriyle orantılı olmadığını iddia ediyordu.
30 bin lira nasıl 90 bin oldu?
Uzun’la ilgili ihbar mektubunda ve düzenlenen soruşturma evrakında birkaç
bankayı ve tapu kayıtlarını içeren bilgiler, Uzun’un banka hesap numaralarını,
çeşitli bankalarda kendi ve eşi adına açılmış hesaplarda büyük meblağlardaki
paraların olduğuna ilişkin sıradan birinin bilemeyeceği zenginlikte detaylar
içeriyordu. Hatta kapanmış bankalardaki hesap numaraları ve bu hesaplardaki para
miktarları hakkında abartılı bilgiler vardı. Müfettiş Özkılılıç’ın raporunda da yer
verilen kayıtlarda tahrifat yapılarak banka hesapları, hesaplardaki paraların
miktarları birkaç defa yazılarak sanki çok fazla para varmış havası yaratılmıştı.
Yazılanları kontrol eden Uzun, bilgilerin doğru olmadığını bir raporla sunacağını
beyan eder. Hemen ardından da Personel Daire Başkanlığı’na düzenli olarak
206
verdiği mal beyanlarının dökümü ile hesaplarının bulunduğu banka kayıtlarını
savcılığa teslim eder. Uzun, savcılığa sunduğu rapor ile Müfettiş Özkılıç’ın suç
duyurusunda yer alanların karşılaştırılması sonunda 30 bin TL’yi 90 bin, 32 bin 800
TL’yi 98 bin 400 ve 8 bin 922 TL’yi de 88 bin TL, 13 bin dolar olan banka
hesabının da 18 bin dolar olarak gösterildiği belirlenir. Bu belgeli savunma üzerine
müfettişlerin “yanlış” rapor düzenlediği ortaya çıkınca Ankara Cumhuriyet
Savcılığı Sabri Uzun’un geliri ile orantısız bir mal varlığı olmadığı gerekçesiyle
soruşturma hakkında kovuşturmaya yer olmadığı gerekçesiyle takipsizlik kararı
verecekti.
Hanefi Avcı’nın kitabında97 anlatılan bu olayın da kaynağının İstihbarat
Dairesindeki Fethullahçı polisler olduğunu iddia ediyordu. Uzun’un mal varlığıyla
ilgili ihbar mektubunun İstihbarat Dairesindeki amirler ve/veya onlarla sıkı irtibatlı
birileri tarafından yazıldığından şüphesi olmadığını belirten Avcı, “Çünkü içeriği
ancak Sabri ağabeye en yakın kişilerin, İstihbarat Dairesi müdür ve amirlerinin
bileceği cinsten şeylerdi. Bugün o ihbar mektuplarının İstihbarat Dairesindeki
cemaat yapısının hep birlikte yazdığından şüphe yoktur” diye yazmıştı.
Sabri Uzun Fethullahçı mı?
Sabri Uzun’la ilgili faslı kapatmadan önce merak edilen bir sorunun yanıtını da
burada verelim. Uzun, 28 Şubat sürecinin karanlık günlerinde cemaat ya da tarikat
bağlantılı olanlardan ziyade sadece dini inançları gereği namaz kıldığı için baskıya
maruz kalan bazı personelini korumuştu. Her tarikatçılık soruşturmasında bu
yüzden adı geçiyordu. Bu yanıtı merak edilen soruyu, “Sabri Uzun tarikatçı,
cemaatçi ya da Fethullahçı mıdır?” diye Uzun’u yakından tanıyan İstanbul’da
görevli Emniyet Müdürlerine sorduk. İşte yanıtı:
“Sabri Uzun’a göre cemaatçi olan devlet memuru şerefsizdir. Bir insan hem
devlette memur, hem cemaatteyse o kişi fahişedir. Devletle nikahı olan bir kişi, eğer
cemaatle yatağa giriyorsa o kişi fahişedir. Cumhuriyet rejiminde bireyin özgürlüğü
esastır. Bireysel özgürlüğünü cemaatlere teslim etmiş olan ve biat kültürünü
benimsemiş insan bir bağ ot için yük taşıyan eşeğe benzer. Özgür olmayan insan,
devletin memuru da olamaz. Devlet memuru 657 sayılı yasaya tabidir, ama
cemaatin memurunun kanunu, kitabı ve kuralı yoktur.
Allah’ın kitabı Kur’an üstüne cemaatin kitabını oturtmuş insanlara, cemaat
memuru denir. Bir çok cemaat mensubu cemaatin emriyle birbirlerin kızkardeşiyle
evlenmiştir. Ortaçağ Avrupası’ndaki kilise papazlarının yönetimi bile, Türkiye’deki
cemaat yönetiminden daha namusludur. İslamiyetteki ilk terör faaliyeti kabul
97 Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar. Dün Devlet Bugün Cemaat
207
edilen Hasan Sabbah98 modeli terörizm bir merkezden yönetiliyordu. Bugün
Türkiye’deki cemaat yönetim modelini kıyaslarsak Hasan Sabbah’ın ki daha
namuslu olduğu anlaşılır.
Devrimci Sol bu ülkede bilinen en kanlı olayları gerçekleştirmiştir. Hatta bir
başbakanı bile öldürmüştür.99 Ancak bu örgüt bile karışmadığı hiç bir olayı
üstlenmediği gibi, yaptığı eylemler bunca kanlı olmasına karşın hepsini
sahiplenmiş, üstlenmiştir. Üstlendikleri olaylarla ilgili açıkladıkları bildirilerin
hepsi yüzde 100 doğrudur.
Türkiye’deki ilk terör eylemleri 2002’de Nuh Mete Yüksel’in ortaya çıkan gizli
çekilmiş seks kasetleri olan cemaat örgütlenmesi, kişiler hakkında düzmece
elektronik postalar, asılsız ihbar mektupları, DVD çekimleri, sahte raporlar ya da
Hanefi Avcı’nın bürosunda bulunduğunu söyledikleri telefon dinleme kayıtları gibi
entrikalarla yargıyı kirletmiştir. Dürüstlük bağlamında bakarsak, terör örgütü
dediğimiz Devrimci Sol, cemaatten daha namusludur, dürüsttür.”
Hedefteki müdürlerin tasfiyesi
Sabri Uzun’un İDB’den başka bir göreve çekilmesinden sonra öncelikli hedef olan
bir kaç emniyet müdürünün daha tasfiye edilmesi gerekiyordu. Çok sürmeden de
bu gerçekleşti. Emniyet Genel Müdür Yardımcıları Emin Arslan, Mustafa Gülcü ve
Celal Uzunkaya, Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal ile Ankara Emniyet
müdürü Orhan Özdemir garip olaylar zinciriyle ardarda hem görevlerinden oldu,
hem de bir süre tutuklu kaldılar. Hepsi de benzer suçlamalarla cezaevine girmişti.
Emin Arslan bir uyuşturucu çetesine ilişkin yürütülen soruşturmada, Mustafa Gülcü
ve Celal Uzunkaya karanlık geçmişi olan bir muhbirin iddialarıyla, Faruk Ünsal da
bir çeteye yardımcı olmakla suçlandı. Bu listenin sonuna ekleyeceğimiz son isim
98 Büyük Selçuklu Devleti zamanında yaşayan Hasan Sabbah (1034 - 1124), tarihin eski ezoterik ve Batıni örgütü
Haşhaşileri kurmuş ve ölene kadar liderliğini yapmıştır. Şii İsmailiye tarikatına mensup bir İranlı olan Sabbah, dini
bir arka plan sayesinde halkın desteğini kazanarak silahlı bir örgüt kurmuş, taraftarlarıyla birlikte Alamut kalesini ele
geçirip burada üslenmiştir. Hakkında bir çok efsane üretilen Sabbah’ın önderliğini yaptığı ve haşhaşla uyuşturduğu
fedailerine sahte bir cennet vadederek, sonunda kendilerinin de öleceklerini bildikleri suikastler yaptırmasıyla nam
salmıştı. Suikastin İngilizce karşılığı olan Assasination kelimesi de, bu tarikatın Arapça ismi olan Haşhaşilikten
çevrilerek İngilizce’ye geçmiştir. Tarikat Moğol istilası yıllarına kadar ayakta kalmıştır. Alamut kalesi ise 1256
yılında Moğol komutan Hülagû Han tarafından savaşmadan alınmış ve sonrasında da yakılıp yıkılmıştır.
99 Nihat Erim (1912-1980), hukuk profesörü. 1945 yılından itibaren çeşitli dönemlerde CHP milletvekili olarak
TBMM’de bulundu. Bakanlık ve babakan yardımcılığı görevlerinde bulundu. Bir dönem gazetecilik de yaptı. 12
Mart 1971 Muhtırası’nın ardından CHP’den ayrılması koşuluyla hükümeti kurmakla görevlendirildi. 26 Mart
1971’de kurduğu partilerüstü hükümet 3 Aralık 1971’de istifa etti. Yeniden hükümeti kurmakla görevlendirildi;
kurduğu II. Erim Hükümeti 22 Mayıs 1972’ye kadar işbaşında kaldı. “Gerekirse demokrasilerin üstüne şal örtmeli”
sözü nedeniyle Aziz Nesin tarafından kendisine Şalcı Nihat denilen Erim; Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf
Aslan’ın idam edilmesine kadar varan Balyoz Harekatı olarak bilinen uygulamaları başlatması nedeniyle Balyoz
lakabıyla da anılırdı. 1977’ye kadar Cumhuriyet Senatosu’nda kontenjan senatörü olarak görev yapan Erim, 12 Mart
dönemindeki uygulamaların sorumlusu olarak görüldüğü için 19 Temmuz 1980’de Dev-Sol tarafından İstanbul’da
silahlı saldırı sonucu öldürüldü.
208
elbette Hanefi Avcı. Cemaatin örgütlenmesine ve tehlikesine ilişkin yazdığı ve çok
gürültü koparan kitabından sonra Stalinist bir örgüte yardım yataklık ettiği
iddiasıyla kendini cezaevinde buldu. İddialara göre hepsi de farklı nedenlerden
dolayı cemaatin hedefindeydi. Emin Arslan, Hanefi Avcı ve henüz kendisine bir
komplo kurulmamış olan Sabri Uzun emniyet camiasında dürüstlüğüyle bilinen ve
aralarında bir kaç yıl kıdem farkı olmakla birlikte aynı ekole mensup polislerdi.
Fethullahçı örgütlenmenin önünde duracak en büyük engellerdi, ki sırayla ya kızak
görevlerle ya da tasfiyelerle saf dışı edildiler. Gülcü ve Uzunkaya ile Faruk Ünsal
da tarikatçı olarak bilinen Erbakan geleneğinden gelen emniyetçcilerdi. Tarikatları
ve cemaatleri en iyi bilen emniyetçilerin arasındalardı.
Cemaattendi ama tasfiye edildi
Şimdi bu emniyetçilerin nasıl ve ne yöntemlerle tasfiye edildiklerine bakmadan
önce İstanbul Emniyetinde yaşanan bir başka tasfiye operasyonuna; Fethullahçı
olduğu da iddia edilen İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’in
görevden alınmasına gözatmamız gerekiyor. Bu olayı Sabri Uzun’un, hemen
yukarıda anlattığımız Ergenekon soruşturmalarına ilişkin tanıklıkları ve ifadeleri ile
Hanefi Avcı’nın kitabında yapılan konuyla ilgili değerlendirmelerle birlikte
değerlendirdiğimizde karşımıza çıkan tablo ise ürkütücü soruları akla düşürüyor.
Suikastta, en hafifinden “görevi ihmal” bağlamında rolleri müfettiş raporlarıyla
ortaya çıkan ve hepsinin de Fethullahçı olduğu öne sürülen bu emniyetçilerin
suçların örtbas etme gayreti Hrant Dink’in öldürüleceğinin emniyetçiler tarafından
biliniyor olduğu kuşkusunu da beraberinde getiriyor.
Azmettiricisi, tetikçisi, muhbirleri ve yardım edenleriyle adeta davul çalarak
duyurulan Hrant Dink suikastında belirlenen ihmal nedeniyle fatura çıkarılan tek
isim, Fethullahçı olduğu da bilenen İstanbul İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan
Güler olmuştu. Dink suikastının “büyük ağabeylerinden” Erhan Tuncel’in dönemin
Trabzon Emniyet Müdürü Ramazan Akyürek100 üzerinden emniyetin muhbiri
100 Eski Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek, 1985’ten sonra
Türkiye’nin Washington Büyükelçiliği’nde iki yıl görev yaptı. Özel harp ve istihbarattan sorumlu emniyet müdür
yardımcılığı görevlerinde bulundu. 2004’te Trabzon’a emniyet müdürü olarak atandı. Akyürek’in Trabzon Emniyet
Müdürü olarak görev yaptığı 2004 yılının başından, Mayıs 2006’ya kadar olan süre içerisinde kentte öldürme, linç
girişimi ve bombalama dâhil çok sayıda olay meydana geldi. 24 Ekim 2004’te Mc Donald’s’ta bomba patlaması, 7
Ocak 2005’te Prof. Saadettin Güner’in silahlı saldırıda dört yaşındaki oğluyla birlikte öldürülmesi, 5 Nisan 2005’te
TAYAD’lı bir grup gencin linç edilmeye çalışılması, 5 Şubat 2006’da papaz Andrea Santoro’nun öldürülmesi gibi
olaylar onun döneminde gerçekleşti. Mayıs 2006’da İstihbarat Daire Başkanı olan Akyürek’in adı, 19 Ocak 2007’de
Hrant Dink’in öldürülmesinin ardından cinayetin 1 numaralı zanlısı Erhan Tuncel ile gündeme geldi. Akyürek ve
polis memuru Muhittin Zenit, Dink davasının zanlılarından Yasin Hayal ve arkadaşlarının Dink’i öldüreceği
yönündeki ihbarları değerlendirmemekle suçlandı. Akyürek’in Mc Donald’s’ın bombalanmasından sonra muhbirlik
teklif ettiği Tuncel’in, Mc Donald’s davasından bu nedenle hiç yargılanmadığı ortaya. Ancak, Erhan Tuncel'in polis
muhbiri olarak görevlendirilmesine aracı olan polis memuru Muhittin Zenit’in (Dink suikastı sonrasında Bayburt'ta
görevliyken 2007 Eylül’ünde Ramazan Akyürek'in daire başkanı olduğu Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat
209
olduğu ve cinayeti önceden haber verdiği ortaya çıkmasına karşın Akyürek ise bir
idari ceza almamıştı.
Hayli karışık olan bu konu, ilkin gazeteci Nedim Şener’in, “Hrant Dink Cinayeti ve
İstihbarat Yalanları” isimli kitabında ve Şener’in çalıştığı Milliyet gazetesinde
kaleme aldığı bir haberle dile getirilmişti. O zaman pek gürültü koparmayan bu
bilgiler, Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla yeniden ve hak ettiği ilgili görerek
gündeme gelmişti. Önce Nedim Şener’in Milliyet gazetesinde “Akyürek Yanılttı”
başlığıyla çıkan habere101 gözatalım:
“Hrant Dink olayında İstanbul polisini ‘geçmiş tarihli rapor hazırlamak’la
suçlayan Mülkiye Başmüfettişi Yıldız’ın İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan
Akyürek tarafından ‘yanıltıldığı’ öne sürüldü. İstanbul polisi ‘Agos gazetesi Genel
Yayın Yönetmeni Hrant Dink öldürüldükten sonra geçmiş tarihli rapor
hazırlamak’la suçlayan Mülkiye Başmüfettişi Şükrü Yıldız’ın, cinayetin
azmettiricilerinden Erhan Tuncel’i Trabzon Emniyet Müdürü iken Yardımcı
İstihbarat Elemanı (YİE) yapan İstihbarat Dairesi Başkanı Ramazan Akyürek
tarafından ‘yanıltıldığı’ öne sürüldü. Bu tespit, İstanbul polisinin Dink cinayeti
konusundaki ihmal iddialarını araştıran Mülkiye Başmüfettişi Akif İkbal tarafından
hazırlanan 19 Mayıs 2008 tarihli son raporda dile getirildi. İkbal, kamu
görevlilerinin Dink cinayetindeki ihmalini araştıran Yıldız’ın yanıltılmasında,
İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nın kendisine gönderdiği 6 Mart 2008 tarihli yazının
rolü olduğu belirtildi.
Akyürek’in yanıtı
Yıldız, 3 Mart 2008’de İstihbarat Dairesi Başkanlığı’na bir yazı göndererek,
Trabzon Emniyet Müdürlüğü’nden 17 Şubat 2006’da İstanbul İstihbarat Şube
Müdürlüğü’ne gönderilen yazı hakkında ne gibi teknik incelemelerin yapıldığına
ilişkin LOG kayıtlarının kendisine bildirilmesini istedi. Akyürek, 6 Mart 2008
tarihli yazısında şu bilgiyi verdi: ‘Osman Hayal’in kullandığı 0 538 719 31 81 nolu
telefon hakkında 17 Şubat 2006 ile cinayetin işlendiği 19 Ocak 2007 tarihleri
arasında, İstanbul İstihbarat Şube Müdürlüğü tarafından herhangi teknik bir
birimine atandı) Mayıs 2007’de tanık olarak alınan ifadesinde bombalama olayını gerçekleştirenin Yasin Hayal
olduğunu öğrendiği halde doğrudan Erhan Tuncel ile irtibata geçmesi, Tuncel’in ne zaman muhbirlik yaptığı
konusunda soru işaretleri uyandırdı. Cinayet sonrası Erhan Tuncel’e ait 48 sayfalık tutanağın 33 sayfası, Akyürek’in
talebi üzerine cumhuriyet savcıları tarafından incelenip imha edilerek devlet sırrı kapsamına girdi. Aydınlık
dergisi, Ergenekon soruşturması kapsamında tutuklu bulunan emekli General Veli Küçük’ün iş ortağı, dönemin
valisi Erol Çakır’ın, Akyürek’in “Fethullahçı” olduğu yönünde sicil hazırladığını iddia etti. Çakır ise iddiaları
yalanladı. Akyürek 16 Ekim 2009’da İDB görevinden alınarak Strateji Geliştirme Daire Başkanlığı emrine uzman
kadrosuna verildi. Ramazan Akyürek’in göreve iade talebiyle açtığı dava da Ankara 14.Bölge Mahkemesi 15 Şubat
2010’da lehine karar verdi. Ancak Akyürek hala görevine atanmadı.
101 Milliyet Gazetesi, 23 Temmuz 2008
210
çalışmanın yapılmadığı, ekteki LOG kayıtlarından anlaşılmaktadır.’
Yazıda, İstihbarat Değerlendirme Projesi kapsamında, evrak ve Osman Hayal ile
ilgili olarak İstanbul İstihbarat Şube görevlilerince herhangi bir çalışma
yapılmadığı da vurgulandı.
Yazı üzerine rapor
Bu yazı üzerine 11 Mart 2008’de bir rapor hazırlayan Yıldız, Trabzon’dan gelen 17
Şubat 2006 tarihli yazı üzerineYasin Hayal’in ağabeyi hakkındaki ilk bilgisayar
sorgulamasının Dink öldürüldükten üç gün sonra, yani 22 Ocak 2007’de
yapıldığını, Yasin ve Osman Hayal’in kullandığı cep telefonuyla ilgili olarak
cinayet tarihine kadar herhangi bir sorgulama veya teknik çalışmanın
yapılmadığını yazdı.
Yıldız, raporunda, İstanbul istihbarat Şubesi memurlarının Osman Hayal’in adres
çalışması ile ilgili olarak verdikleri 24 Şubat 2006 tarihli personel raporunun,
aslında cinayetten sonra hazırlandığını ve bu nedenle bilgisayar kayıtlarına (LOG)
geçirilemediğini belirtti. Yıldız, Akyürek’in bu yazısına dayanarak hazırladığı
raporda, İstanbul İstihbarat Şubesi Müdürü Ahmet İlhan Güler ile beş görevli
hakkında ‘görevi ihmalden’ soruşturma istedi.
Çöp sepetinde
Görevi ihmalle suçlanan polislerin Bölge İdare Mahkemesi nezdinde yaptıkları
itiraz üzerine görevlendirilen Mülkiye Başmüfettişi İkbal, 19 Mayıs 2008’de yeni
bir rapor hazırladı. İkbal’in raporunda, İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nı
yalanlayan yeni belge ve bilgiler yer aldı. Aralarında İstanbul Emniyet
Müdürü Celalettin Cerrah’ın da bulunduğu ve haklarında görevi ihmalden
soruşturma açılması istenen sekiz polisi yargılamaktan kurtaran belgeler,
İstihbarat Şubesi’ndeki Dell marka bir bilgisayardaki ‘silinmiş dosyalar’
bölümünden çıktı. İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nın ‘hiç bir teknik inceleme
yapılmamıştır’ iddiasına karşı, çalışmaları zamanında yaptığını belirten polis
memurları, Şube’deki bilgisayarın incelenmesini istedi.
Bunun için, İÜ Bilgisayar Bilimleri Uygulama ve Araştırma Merkezi Başkanı Prof.
Dr. Nizamettin Erduran bilirkişi olarak atandı. Erduran, bilgisayarda ‘telefon
sorguları’ isimli dizinin altında bulunan ‘Yasin Hayal enson xls.’ isimli dosyanın
20 Şubat 2006 günü saat 17.18’de yaratıldığını ve bu dosyanın 8 dakika açık
kaldığını, değişikliklerin saat 17.26’da kaydedildiğini tespit etti.
Başmüfettiş İkbal, raporunun sonuç bölümünde, İstihbarat Dairesi Başkanlığı’nın
Trabzon Emniyet Müdürlüğü’den gönderilen 17 Şubat 2006 tarihli yazısıyla ilgili
olarak, ‘Dink cinayetine kadar bir çalışma yapıldığına ilişkin LOG kayıtlarına
211
rastlanmadığı yönündeki’ 6 Mart 2008 tarihli cevabın soruşturma yapan müfettişi
yanılttığı ifade edildi. Raporda, Yıldız’ın bu yazı üzerine, ‘İstanbul İstihbarat
Şubesi’nin geçmiş tarihli rapor hazırladığı’ sonucuna vararak görevliler hakkında
soruşturma açılmasını istediği belirtildi.”
Cemaatçi müdürlerden gayrıresmi tayin isteği
Karışık gibi görünen bu konu Hanefi Avcı’nın Eskişehir Emniyet müdürü iken
kaleme aldığı kitabında102 da yer almıştı. Kitabın, “Ahmet İlhan Güler’in İstanbul
İstihbarat Şubesinden Alınması” başlıklı bölümünde anlatılan olay ilginç iddialarla
doluydu. Avcı, “Fethullah Hoca’ya sempati duyan ve o gruba mensup kişilerle
dayanışma ve arkadaşlık içinde olan, bununla birlikte görevini çok iyi yapan, siyasi
ya da dinsel görüşlerini işine karıştırmayan biri” diye anlattığı Güler’in, dönemin
İstihbarat Daire Başkanı Sabri Uzun’un da İstanbul’da takip edilip, fotoğraflanması
talebine de itiraz ettiğini iddia etti. Güler’in, Ankara Merkez İDB’deki müdürlerin
bu talebine itiraz etmesinden sonra aralarında ilk çatlak yaşandığı da kitapta
belirtildi. Avcı’nın bundan sonraki iddiaları daha garipti: “İl müdüründen
öğrendiğime göre, bir müddet sonra Ahmet’i kış ortasında Ankara’ya çağırmışlar
ve resmi daire dışında bir ortamda muhatap olan aynı arkadaşları, ‘İstanbul
İstihbarat Şubesi görevinden ayrılman lazım. Biz İstanbul’a İstihbarat Şube
Müdürü olarak başka birini atayacağız. Seni istersen İzmir’e verebiliriz’ demişler.
Ahmet bu teklifi kabul etmeyip istenen dilekçeyi vermemiş. Akabinde Hrant Dink’in
öldürülmesi olayı meydana gelince, bu fırsattan istifade Ahmet görevinden alınıp,
yerine Ali Fuat Yılmazer Şube Müdürü olarak atandı. Bana göre Hrant Dink’in
öldürülmesi olmasaydı, Ahmet şubeden yine de alınacaktı. Çünkü isteneni
yapmayacağı ve merkezin İstanbul’daki planlarına uygun davranmayacağı
anlaşılmıştı.”
Taraflı bilirkişi raporu
Güler’in başarılı bir geçmişi olduğunu ve normal prosedürler içinde İstanbul’dan
başka bir ile tayin olmasının sadece isteğiyle olabileceğini ve bu yüzden kendisinin
tayin talebinde bulunmasının istendiğini belirten Avcı, “Ahmet bunu kabul
etmeyince merkezin planlarını uygulaması gecikecekti. İşte bu sıralarda Hrant
Dink öldürüldü. Bu olayın ardından, zaten araları gerilmiş ama bunu belli etmeyen
İDB ile İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde bu durumu fırsata çevirme ve bu olayda
her hatayı ortaya dökme eğilimi başladı. Merkez her türlü arşiv imkânına sahip
olduğunu, Bakanlık ve Genel Müdürlüğün imkânlarını kullanabildiğini ve istenen
102 Hanefi Avcı, Haliç’te Yaşayan Simonlar, Dün devlet Bugün Cemaat, Angora Yayınları
212
müfettişi görevlendirme olanağını elinde bulundurduğunu hesaplayarak bu olayda
üstün gelmeyi planlıyordu. Mesele o kadar büyük boyutlara varmıştı ki Hrant Dink
olayındaki Emniyet mensuplarının kusurlarını araştırmakla görevlendirilen
mülkiye müfettişleri Ahmet’i suçlamak, hatta mahkemede cezalandırmak için
neredeyse sahte evrak bulmaya kadar her şeyi denemekten geri durmuyorlardı”
diye yazdı.
Tanıdık bir müfettiş: Mehmet Ali Özkılıç
Bu soruşturmada görev alan müfettişlerden birisi tanıdık bir isimdi. Yaklaşık 160
mülkiye müfettişi içinden soruşturma için görevlendirilen kişi, Sabri Uzun
hakkında mal varlığı soruşturması yürüten Mehmet Ali Özkılıç’tı. Uzun’un tek
kelime dahi ifadesini almadan yürüttüğü soruşturmada Müfettiş Özkılıç, banka
hesaplarındaki paraları olduğundan fazla gösteren bir rapora imza atmıştı.
Görevlendirilen müfettişlerin Dink suikastında İDB’nin, Trabzon ve İstanbul
polisinden daha fazla olan kusurunu örtbas etme gayreti içinde olduğunu öne süren
Avcı, olayın taraflarının İstanbul’da Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah ile Ahmet
İlhan Güler, diğer tarafının da İstihbarat Daire Başkanı Ramazan Akyürek olmasına
rağmen soruşturmanın bilirkişilerinin İstihbarat Dairesi personelinden atandığını
vurguladı. Avcı’nın yanlı bulduğu bilirkişilerin raporlarına dayararak Cerrah ve
Güler’in yargılanması gerektiği yolunda fezleke düzenlenmişti. Ancak İstanbul
Valiliği, Güler’in, “görevi ihmalden” yargılanmasını onaylarken Cerrah için
yargılama izni vermemişti. Güler’in İstanbul İdare Mahkemesi’nde açtığı
yürütmenin durdurulması istemli davada mahkeme iki kez, “Taraflardan biri olan
İstihbarat Daire Başkanı Akyürek’in astları olan kişilerin tarafsız bilirkişi
olamayacağı” gerekçesiyle bozunca yeniden soruşturma yürütüldü.
Müfettiş değişti gerçek ortaya çıktı
Bu soruşturma ise Müfetiş Özkılıç’ın “gayretli” çalışmaları nedeniyle Devlet
Denetleme Kurulu üyeliğine atanması nedeniyle farklı müfettişler görevlendirildi.
Yapılan yeni soruşturmada ise ilk müfettiş raporunun aksine İstanbul’da bulunduğu
ihbarı yapılan Yasin Hayal ve ağabeyinin telefon sorgulamalarının bilgisayarda
yapıldığı ancak silindiğini tespit etti. Yani devletin memuru olan İstanbul İstihbarat
Şubesi polisleri bir şüpheli grubuyla ilgili çalışma yapıp, bu çalışmasını devletin
arşivi olan bilgisayarına kaydetmişti. Ancak silinerek müfettişlerden gizlenen bu
kayıtlar başka bir müfettiş tarafından silindiği yerden bulunup ortaya çıkartılıyordu.
Gerçekleri ortaya çıkart(a)mayan Mülkiye Müfettişi Mehmet Ali Özkılıç, bir üst
göreve Devlet Denetleme Kurulu üyeliğine terfi ederken; komployu ortaya
çıkartma becerisi gösteren Mülkiye Müfettişi Akif İkbal ise her nedense bir üst
213
göreve terfi edemeyip halen İçişleri Bakanlığı’ndaki görevine devam ediyordu. Hal
böyle olunca da akıllara, “Akif İkbal, cemaatçi olmadığı için mi terfi ettirilmedi?”
sorusu geliyordu. Öte yandan yine müfettiş Mehmet Ali Özkılıç tarafından Sabri
Uzun’un banka hesaplarının, “yanlışlıkla” 10 kat fazla gösterilmesi, İstanbul
İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’in, Dink Cinayeti öncesi yaptırdığı ve
İstihbarat Şubesi’nin bilgisayarına kaydettirdiği çalışmalar, silinerek veya Müfettiş
Özkılıç tarafından ortaya çıkartılmayarak, Güler’in görevden aldırılması,
Ergenekon operasyonları için emniyette altyapı hazırlandığı kuşkusunu
yaratıyordu. Yoksa Ergenekon operasyonları, soruşturması ve davası da bir kurgu
ya da düzmece miydi?
Devletin kayıtlarında sahtekarlık yapmak!
Avcı’nın kitabında bu olay, “İDB telefon detaylarını (HTS raporlarını) kimin ne
zaman hangi numarayı incelediğinin tutulduğu log kayıtlarını değiştirmişti. Bu çok
vahim bir durumdu. Merkez güvenirliliğini yitirmişti. Güvenlik amacıyla tutuları
log kayıtları geçmişte kimin hangi numarayı hangi tarihte incelediğini tutuyordu.
Herhangi bir olay olursa bu kayıtlar incelenip, görevlilerin sorumluluğu tespit
ediliyordu... Bu, sistemin güvenlik supabıydı ama şimdi Daire Başkanlığı bu
kayıtları değiştiriyor, kimin hangi telefonu sorguladığı bilgilerinden istediğini
çıkarabiliyordu. Bu, istediğini de koyabileceği anlamına geliyordu. İlerde
istemediği bir görevli olursa buradaki bilgileri değiştirerek kişilerin
sorumluluklarını değiştirebilecekti. Bu işlemi yapmak için bilgisayar sistem
operatörü dâhil olmak üzere en az 5-6 kişinin bilgisi ve rızası lazımdı. Demek ki
hepsi bu isin içindeydi. Bu işi anlayanlar için çok vahim bir durumdu: Daire
Başkanlığı güvenlik için konan sistemi istediği an değiştiriyordu” diye yazıyordu.
Bu şekilde, devletin elinde bulunan log kayıtlarında yapılan değişiklikleri
gerçekleştirenlerin devletin memurları mıydı yoksa cemaatin militanları mıydı?
Maalesef bu soruların yanıtını Mülkiye Müfettişlerinin raporlarında bulmak
mümkün değildi” diye anlatılmıştı.
Bu olaydan sonra Ahmet İlhan Güler görevinden alınırken yerine atanan ise
Avcı’ya göre, “normalde hiçbir zaman bu göreve gelemeyecek, gerekli niteliklere
sahip olmayan (sol örgütler konusunda, bilgi ve deneyim ile evveliyatında pratik
sokak tecrübesi yeterli olmayan)” olan Ali Fuat Yılmazer oldu. Cemaatçi olduğu
öne sürülen Yılmazer’in İstanbul İstihbarat Şube müdürü olması Avcı tarafından,
“Belli amaçları olanlar, istedikleri gibi faaliyette bulunmak isteyenler bu konuda
kendilerine mani olacak bir engeli daha önlerinden kaldırmış oldular. Danıştay
olayında faillerin Ergenekonla ilişkilendirilmesini Ahmet ve Şammaz, yani İstanbul
Emniyet İstihbarat Şubesi desteklememiştir. Bunun yanlış olduğunu, eldeki
delillerle böyle bir bağlantının kurulamayacağını aksine Alparslan Aslan’ın her
214
eylemden önce ve sonra İstanbul’daki Şeyh Salih Kurter ile irtibat kurduğunu,
Aslan’ın telefon HTS raporları iyi okunursa bu irtibatın daha tutarlı olduğunun
görüleceği aşikârdı. Aslında işte o gün Ahmet’in İstanbul’dan alınması gerektiğine
karar verildiği kanaatindeyim. Ankara, Danıştay olayı ile Ergenekon bağlantısını
kurmak istiyordu. Delilin olup olmaması önemli, değildi, onlar bunu istiyordu o
kadar” diye yorumlandı.
Uyuşturucu avcısı kaçakçı oldu
Sabri Uzun’un İstihbarat Daire Başkanlığı’ndan alınarak kızak bir göreve
çekilmesinden sonra Fethullah cemaatinin, emniyet içinde önlerinde set olacağını
düşündüğü isimlerden ilki Emniyet Genel Müdür Yardımıcısı Emin Arslan’dı.
Yıllarca İstihbarat ve KOM Daire Başkanlığı yapmış ciddi yolsuzluk
operasyonlarına, uyuşturucu ve çete olaylarının deşifre edilmesinde büyük katkısı
olan Arslan, daha önce Türkbank soruşturmasıyla ilgili Sabri Uzun’la birlikte
hakkında ihbar mektubu gönderilenler arasında da vardı. Türkiye kamuoyunun
yakından bildiği Hüseyin Baybaşin ve Urfi Çetinkaya’nın uyuşturucu şebekelerinin
çökertildiği operasyonlar ile Paraşüt, Balina, Örümcek Ağı, Serhat, Sis, Puro ve
Kasırga gibi isimler verilen yolsuzluk operasyonlarını yapan ekibin başında olan
Emin Arslan, Etibank davası sanığı Cavit Çağlar’ın ABD’de yakalanıp Türkiye’ye
getirilmesindeki çabasının ardından KOM Daire Başkanlığı’ndan terfi ettirilerek
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı olmuştu. İşte Sabri Uzun ve Hanefi Avcı ile
birlikte görev yaptıkları dönemde siyasetçilerin de içinde olduğu ciddi yolsuzluk
operasyonlarına imza atan bu ekip haliyle birçok kişi tarafından da istenmiyordu.
Nihayetinde amaç hâsıl oldu ve Arslan adının karıştığı bir uyuşturucu
operasyonuyla hem görevinden alındı hem de 9 ay tutukulu kaldı. Neredeyse
medyanın tamamında, savcılık ve polis kaynaklı soruşturma dosyasından sızdırılan
fotoğraflarla Arslan adeta linç edildi. Bu tür soruşturmalarda yaygın bir yöntem
olan dinlenen telefon kayıtlarının medyaya sızdırılması ise Emin Arslan için
yapılmadı. Çünkü Arslan’la Habib Kanat arasında yapılan telefon konuşmalarında
genel olarak sağlık problemleri hakkında konuşuluyordu ve suç olarak
değerlendirmeye alınmamıştı. Arslan ve kendisiyle birlikte aynı soruşturmada
tutuklanan Murat Nemutlu ve Mustafa Aral isimli polislerle ilgili baştan aşağı
gariplikler ve çelişkilerle dolu olan uyuşturucu operasyonunu ve adeta bir
komploya dönüşen süreci daha anlaşılır kılmak için biraz geriye, Emin Arslan’ın
neden hedef haline geldiğini görmemiz gereken olaylara gitmemiz gerekiyor.
İrticacı raporu olanlar terfi ettirildi
215
Emniyet içinde terfilerde ve dolayısıyla kadrolaşmada her zaman siyasi etkiler ön
plandaydı. Özellikle terfilerin siyasetin gölgesinden kurtarılması için önerilenlerin
başında ise, askerlerin terfilerini düzenleyen Yüksek Askeri Şura sistemine benzer
bir model geliyordu. Buradan yola çıkarak polis şurası olarak nitelendirilen Merkez
Değerlendirme Kurulu (MDK) ve Yüksek Değerlendirme Kurulları (YDK)
oluşturuldu. MDK bir üst rütbeye terfi edecek komiser yardımcısı, komiser ve
başkomiserlerin; YDK ise emniyetteki yüksek rütbeli personelin terfilerini yapılan
toplantılarla karara bağlıyordu. 3 Kasım 2002 seçimlerinden sonra ezici bir
çoğunlukla iktidara AKP gelmiş, İçişleri Bakanlığı koltuğu da Abdülkadir Aksu’ya
verilmişti. İktidar değişiminden 6 ay sonra 8-9 Mayıs 2003’te yüksek rütbeli
polislerin terfilerinin görüşüleceği YDK toplandı. Emniyet Genel Müdürü Gökhan
Aydıner başkanlığında bir araya gelen YDK’nin diğer üyeleri genel müdür
yardımcıları Ramazan Er, Feyzullah Arslan, Abdullah Bolcu, Emin Arslan ve
Necati Altıntaş ile Teftiş Kuru Başkanı Naciye Ekmeçibaşı, Polis Akademisi
Başkanı Tuncay Yılmaz, APK uzmanları eski Emniyet Genel Müdür Yardımcıları
Kamil Tecirlioğlu, Şevket Ayaz ve Adnan Eser’di. Kurul emniyet amirliğinden
emniyet müdürlüğüne terfi edecek 508; 4. sınıf emniyet müdürlüğünden 3. sınıfa
terfi sırası gelen 97; 3. sınıftan 2. sınıfa terfi sırası gelen 238; 2. sınıf emniyet
müdürlüğünden 1. sınıfa terfi sırası gelen 385 personelin durumunu tek tek ele aldı.
En çok 1. sınıfa terfi edecek 385 personelin durumu görüşülürken zorlanıldı. Çünkü
terfi sırasında bekleyen 385 adaya karşılık ancak 84 kadro bulunuyordu.
Terfi bekleyen adayların durumlarının görüşüldüğü toplantılarda terfiye hak
kazanan personelin özlük dosyalarında yer alan cezalardan, başarılara ve aldığı
ödüllere dek hepsi tek tek incelendi. Kurul ahlaki değerlere ters ve maddi
suiistimallere karışan personeli, “özel notu var” şeklinde değerlendirerek liste
dışında tuttu. Kapsam dışı tutulanlar arasında, “irticai faaliyetlerde bulunmak ya da
bu tür faaliyetlere göz yummak” iddiasıyla Başbakanlık Takip Kurulu’nca (BTK)
haklarında “sakıncalı” notu düşülen 21 kişinin dosyaları da vardı.
9 Mayıs 2003’te çalışmalarını tamamlayan YDK, prosedür gereği atama listesini
dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun onayına gönderdi. Emniyet
mensuplarının heyecan içinde sonucunu beklediği atama listesi Bakan Aksu
tarafından bir türlü imzalanmıyordu. Aksu’nun Ankara dışında olduğu gerekçesiyle
listenin onaylamadığı söylentisi yayılsa da bir süre sonra işin gerçeği ortaya çıktı.
BTK’nin “kırmızı dosyasında” adı bulunanların terfi ettirilmediğini gören Bakan
Aksu listeyi onaylamıyor, YDK’nin yeniden toplanmasını istiyordu. Oysa listede
yer alan isimlerin terfi durumu da kurulda görüşülmüş ve irticai kimlikleri
nedeniyle bu emniyet mensuplarının terfi ettirilmemesi uygun bulunmuştu.
Normalde terfi ettirilmeyenlerin, Kurul kararlarına karşı İdare Mahkemesi’ne dava
açma hakkı bulunuyordu. Ancak bunun yerine İçişleri Bakanı devreye sokulmuştu.
Kısa süre sonra da, haklarında irticacı yazısı bulunduğu için terfi edemeyen 21
216
emniyet mensubunun dosyalarının yeniden değerlendirmeye alınmasını tavsiye
eden ve Başbakanlık Müsteşarı Fikret Üçcan'ın imzasıyla İçişleri Bakanlığı'na
gönderilen BTK yazısı üzerine YDK 17 Mayıs 2003’te bir kez daha toplandı. Genel
Müdür Gökhan Aydıner’in bu taleple kurulu üyelerini yeniden toplamasına itirazlar
geldi. Gökhan Aydıner ve Genel Müdür Yardımcısı Necati Altıntaş dışındaki
kurulu üyelerinin tamamı ikinci kez toplantı yapmanın kanunsuz olduğunu
mevzuata uygun olarak yapılan toplantıyla da terfilerin gerçekleştirildiğini söyledi.
Aslında Genel Müdür Aydıner’in de bu ikinci toplantıdan çok rahatsız olduğu, bu
nedenle İçişleri Bakanı Aksu ile tartışarak istifa noktasına geldiği duyulmuştu.
Buna rağmen toplantıya devam edildi. Ancak YDK, “yüksek yerlerden” gelen
emirleri uyguladı. Kurul üyelerinden sadece Emniyet Genel Müdür Yardımcısı
Emin Arslan ve APK uzmanı Kamil Tecirlioğlu’nun ikinci toplantının kanuna
aykırı olduğu gerekçesiyle muhalefet şerhi koyduğu bir kararla hakkında irticai
faaliyetlerle ilgili sakıncalar bulunduğu belirtilen 21 personelden 17’sini terfi
ettirdi. Daha sonra Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Necati Altıntaş'ın
başkanlığındaki MDK’nin de iki kez toplanarak, haklarında BTK tarafından benzer
raporlar bulunanlardan 37 komiser, baş komiser ve emniyet amirinin terfi ettirilerek
etkili görevlere getirildiği de ortaya çıktı.103
Muhalefet şerhi Arslan’ı hedef yaptı
Karara muhalif kalan Kamil Tecirlioğlu, teşkilat içinde düzgün kişiliğinin yanı sıra
sorunlara pratik çözüm üreten ve siyasi dalgalanmalardan etkilenmeyen biri olarak
tanınıyordu. Zaten siyasi partilere göre değil göreve ve kanunlara bağlı çizgisi ile
tanındığından görevinden alınarak pasif görev olan APK uzmanlığında sadece
aybaşlarında maaşını aldığı bir göreve getirilmişti. YDK’ye gelecek olana kişilerin
belirlendiği APK uzmanları arasında yapılan gizli bir seçim sonucu terfi
toplantılarına katılabiliyordu. Bu yüzden karara muhalif kalması nedeniyle zaten
herhangi bir “yaptırıma” gerek kalmayan görevdeydi. Fakat sonraki yıllarda bu
tavrının hesabı emniye amiri olan oğluna ödetildi. 2005-2006 yıllarında emniyetin
103 YDK’nin bu toplantılarında terfisi yapılmayanlar arasında, Albayraklar operasyonunda gözaltına alınanlara
işkence yaptığı iddia edilen ve hakkında bazı soruşturmalar yürütülen Adil Serdar Saçan da vardı. Basında çıkan
haberler üzerine Saçan, 22 Eylül 2003’de hem terfi ettirilmeyip başka bir ile tayininin çıkarılması ardından da idari
soruşturmada meslekten çıkartılmasına karar verilince Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, Ankara DGM Başsavcılığı
ve Ankara Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Saçan, İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu,
Emniyet Genel Müdürü Gökhan Aydıner ile terfi kararına muhalif kalan Emin Arslan ve Kamil Tecirlioğlu dışındaki
Emniyet Genel Müdürlüğü Değerlendirme Kurulu Üyelerini, “Emniyet kadroları içerisinde irticai örgütlenme
yapmak, irticai kadrolaşmayı sağlamak ve irtica tandanslı olmayan müdürleri terfi ettirmemek” suçlamasıyla şikâyet
ediyordu. Ancak suç duyurusuna Ankara DGM ve Cumhuriyet Başsavcılıkları görevsizlik kararı vererek, evrakı
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi. Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok da prosedür gereği başvuruları ön
inceleme için İçişleri Bakanlığı’na yolladı. Bakanlık da “suç duyurusunun soyut ve sübjektif olması” gerekçesiyle
“işleme koymama kararı” verdi.
217
pek çok hassas biriminde örneği görüldüğü gibi, kadrosuzluk ve benzeri gibi
görünüşte normal olan bahanelerle başarılı bir personel olan S. Tecirlioğlu
istinbarat hizmetlerinden uzaklaştırıldı.
YDK’nin atamalarına muhalefet şerhi koyarak cemaatin hedef listesine giren Emin
Arslan’la ilgili planlar ise hemen devreye sokuldu. Çünkü aktif bir görev olan
Genel Müdür Yardımcılığı makamında olduğu sürece Emniyette kadrolaşmaya
gidecek olanların önünde engel teşkil edecekti. Terfi toplantısının hemen ertesinde
Emniyetin yurtdışı misyonlarında görev yapacak personelin sınavı yapılmıştı. Dış
İlişkiler Dairesi’nin bağlı olduğu Genel Müdür Yardımcısı da Arslan’dı ve mevzuat
gereği sınav komisyonunun da başkanlığını yapıyordu. Arslan dışında komisyonda
ilgili dairelerin başkanları ile Dış İşleri Bakanlığı yetkililerinin temsilcileri vardı.
Komisyon üyelerinin vereceği oylarla kazananlar belirlenecekti ve kurulda sayısal
olarak üstünlük emniyetçilerdeydi. Arslan bu sınavdan önce, dönemin İçişleri
Bakanlığı Müsteşarlığı Dış İlişkiler Dairesi’nden üst düzey yönetici pozisyonunda
olan R.G. tarafından gönderilen “kazanacaklar listesini” dikkate almayarak objektif
bir seçim yapılmasını sağladı. Daha önce 2002 yılında da 5 yurtdışı irtibat görevi
için yapılan seçimde de, dönemin bir ara geçici bakanlık da yapmış olan müsteşar
Muzaffer Ecemiş’in verdiği isimleri değil hak edenin kazanmasını sağlayan Arslan
bu nedenle soruşturma geçirmişti. O sınavı kazanan adaylar ise müsteşarken
Ecemiş’in çabalarıyla yurtdışına gönderilmemişti. Bunun üzerine sınavı kazananlar,
açtığı davayla idari yargı kararıyla yurdışına gidebilmişti.
Arslan’la ilgili olarak ilk önce, ayrıntılarını geçtiğimiz bölümlerde anlattığımız ve
Arslan’ın yanı sıra Sabri Uzun ve İsmail Çalışkan’ı da hedef alan ihbar mektubu
gönderildi. Bu üst düzey 3 emniyetçi, Alaattin Çakıcı’nın Türkbank ihalesine
yaptığı müdahaleyi ilgililere zamanında haber vermeyip uyarı görevlerini yerine
getirmeyerek “görev kusuru” işlemekle suçlanıyordu. Bu soruşturmadan aklansa da
Emin Arslan, 12 Temmuz 2005’te emekliliğine iki ay kalmış olan bir genel müdür
yardımcısı mahkeme kararı ile görevine döndü gerekçesiyle kızağa alındı. İçişleri
Bakanı Abdülkadir Aksu’nun bilgisinde gerçekleşen operasyon çerçevesinde
Abdullah Bolcu’nun kazandığı idari davada verilen “göreve iade kararı” yürürlüğe
konuldu. Bolcu, yeniden genel müdür yardımcısı olurken, Emin Aslan ise APK
uzmanı olarak kızağa çekildi. Yaklaşık 10 ay sonra 4 Mayıs 2006’da Emin Arslan,
Ankara Bölge İdare Mahkemesi’nin oybirliğiyle verdiği kararla görevine iade
edildi. Ancak Bakanlık Arslan’ı göreve başlatmak yerine karar itiraz etti. İtirazı
görüşen Bölge İdare Mahkemesi de oybirliğiyle Arslan lehine karar verince bu kez
de Bakanlık Danıştay nezdinde itiraz etti. Ancak Danıştay 5. Dairesi 2008 Aralık
ayında oybirliğiyle yine Emin Arslan lehine karar verdi. Danıştay’ın, “kesin iade”
kararıyla görevine iade edilen Arslan’ın artık siyasi etkiyle görevden alınması
imkânsız hale gelmişti. Bundan sonra Arslan’ı görevden almak için tek yol kalmıştı
tutuklanmasını sağlayacak bir suç bulmak.
218
2004 yılında, Emin Arslan’a komplo iddiası
Bu kızak göreve atanmasından önce, Hürriyet Gazetesi yazarı Yalçın Bayer,
Arslan’la ilgili bir başka komplonun da devreye gireceğini iddia eden bir yazı
kaleme almıştı. Ancak bu konuya girmeden önce Arslan’a yönelik düzenleneceği
iddia edilen komploda kimlerin görevlendirildiğini görebilmek için birkaç
anımsatmaya ihtiyacımız var.
Avrupa’daki uyuşturucu pazarında hatırı sayılır bir yeri olan Türkiye mafyasında
1990’lardan itibaren bir tasfiye yaşanmıştı. Hem Türkiye içinde hem de uluslararası
alanda da yürütülen önemli operasyonlara yeraltı dünyasının önemli isimleri birer
birer cezavine girmişti. Bu dönemde operasyon düzenlenen isimlerden biri de
Hüseyin Baybaşın’di. 1995 yılında Akdeniz”de Lucky S gemisinde yakalanan 14
ton uyuşturucunun sahibi olarak aranan Hüseyin Baybaşin, Türk ve Hollanda
polisinin “Siyah Lale” adını verdiği ortak operasyonuyla Hollanda’da 27 Mart
1998’de yakalandı. Yargılama sonucunda 18 yıl hapis cezası alan Baybaşin ve
ailesinin milyon dolarlarla ifade edilen Türkiye, Almanya ve İngiltere’deki tüm mal
varlığına ve bankalardaki paralarına da el konuldu. Kararı temyiz eden Baybaşin
hakkında Hollanda Yüksek Mahkemesi bu kez de 18 yıllık hapis cezasını müebbete
çevirmişti. Aynı alieden Nizamettin Baybaşin 10 Mayıs 2002’de Almanya”da 15
yıl hapis cezasına çarptırılırken Mahmut Baybaşin ise İspanya”da yakalanarak
tutuklandı. Yine 1998’in 14 Ağustos günü noktalanan Matador adı verilen
operasyonla da, aynı zamanda Başbaşin’in en büyük rakibi olan Urfi Çetinkaya ve
çetesine yönelik operasyonlar gerçekleştirilmişti. KOM Daire Başkanlığı’nın ,
İspanya ve Hollanda polisiyle 2 yıl birlikte çalışarak yürüttüğü Türkiye ile Batı
Avrupa ülkeleri arasındaki uyuşturucu trafiğini önlemeye yönelik operasyonlarda,
daha önce polis içindeki bağlantıları nedeniyle bir türlü ele geçirilemeyen
uluslararası uyuşturucu kaçakçısı Urfi Çetinkaya ve ortağı Cemal Nayır ile
adamları yakalanarak tutuklanmışlardı. Bu operasyon sırasında İspanya’dan bir
avukat Emin Arslan ve ekibine rüşvet olarak dağıtılmak üzere 3 milyon dolar
parayla Türkiye’ye gelmişti. İspanyol polisinin yaptığı telefon dinlemeleriyle de
tespit edilen bu girişim, Emin Arslan’a rüşvet teklifinde bulunması halinde
avukatın tutuklanacağından endişe ederek vazgeçmesi üzerine gerçekleşmemişti.
Bu tutumları ve operasyondaki başarıları nedeniyle İspanya; Arslan, operasyon
savcısı ve operasyonda görev yapan iki yöneticiyi “Polis Liyakat Nişanı” ile
ödüllendirmişti. Arslan tutuklandıktan sonra, çetenin ikinci adamı olan Cemal
Nayır tutuklu bulunduğu Edirne cezaevinden bir mektup yazarak 3 milyon dolarlık
rüşvet olayını anımsatıp dalga bile geçmişti.
Bu operasyonlardan 6 yıl sonra Hürriyet Gazetesi yazarlarından Yalçın Bayer, iki
gün üstüste Emin Arslan’ın adının geçtiği iki ayrı yazı kaleme aldı. “Çakıcı'yı
219
yakalayan polislerin başına gelenler”104 başlıklı yazısında Bayer, Türkbank
yolsuzluğuyla ilgili Mesut yılmaz’ın Yüce Divan’da yargılanmasına başlanacağını
anımsatarak, “Bu konuda hazırlanan TBMM Türkbank Soruşturma Komisyonu
raporu oldukça titiz hazırlanmış, ancak yargı karşısına çıkacak Mesut
Yılmaz ve Güneş Taner'den önce bazı bürokratlar hakkında mahkûmiyet kararı
verilmiş gibi görünüyor” diyordu. Bayer, birçok başarılı operasyona imza atan
Emin Arslan ve ekibinin haklarında gönderilen bir ihbar mektubuna dayanılarak,
Türkbank ihalesi öncesi Korkmaz Yiğit-Alattin Çakıcı arasındaki ilişkileri
bilmelerine rağmen uyarı görevlerini yerine getirmeyerek ”görev kusuru” işlemekle
suçlanmasını eleştiriyordu. Bayer ertesi gün de yine Arslan’la ilgili, “Baybaşin
‘Arslan' avında”105 başlıklı bir yazıyla konuya devam etmişti. Bayer ilginç iddialar
ortaya attığı yazısında Arslan ve ekibi hakkında yıpratma kampanyasının çok
önceden tezgáhlandığını gösteren önemli bir belgeye sahip olduğunu söylüyordu:
“2002 yılının İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen'e106 ve Emniyet Genel
Müdürü Kemal Önal'a 3.4.2002 tarihinde resmi bir yazı gelir; konusu Hüseyin
Baybaşin'dir. ‘Çok gizli'damgalı B.05.1EGM.0.09.05.03/1944 numaralı yazıda
uluslararası uyuşturucu kaçakçısı olan Baybaşin'in, Emin Arslan ve ekibine dönük
‘yıpratma’ kampanyası için hazırlık yaptıkları ihbar edilir. İhbarı yapan
da, Baybaşin'i ‘muhbir' olarak kullanan bir yabancı devletin üst düzey emniyet
görevlisidir. Yazıda, ülkesinin muhbir kullanma prosedürü gereği bilgi
veremediğini anlatan yetkili, Baybaşin'in avukatının (muhtemelen Berzan Ekinci)
kendisine gelerek, Türkiye'nin yolsuzluklar içinde bulunan uyuşturucu trafiğini
kontrol eden bir ülke olduğunu, bununla mücadele eden KOM ve başındaki Emin
Arslan ile yardımcısı İsmail Çalışkan'ın da bu işlerden ‘pay' aldığına dair bir plan
yaptıklarını aktarır. Yabancı görevlinin verdiği bilgiye göre; Hüseyin Baybaşin,
1998'de Hollanda polisiyle işbirliği sonucu kendisini 105 kilo eroin ve 5 kilo esrar,
ayrıca silahlarla yakalatan ve 18 yıl (sonradan müeebbete çevrildi) hapis cezası
almasına neden olan Emin Arslan'dan intikam almak istemektedir. Bu oyun başarılı
olursa Baybaşin hakkında mahkumiyet kararının düşeceği hesap edilmektedir!...
Yabancı görevli ayrıca Baybaşin'in hedef aldığı kişilerle (Emin Arslan ve İsmail
Çalışkan) ilgili olarak medya, siyaset ve bürokrasi içinde ‘karalama' kampanyası
düzenlenebileceğini de aktarır.”
Emin Arslan, Yiğit Bulut’un hazırlayıp sunduğu Sansürsüz107 isimli proğrama
telefonla bağlanarak bu iddialarla ilgili görüşlerini aktarmıştı. Hakkındaki
104 Hürriyet Gazetesi, 26 Ağustos 2004
105 Hürriyet Gazetesi, 27 Ağustos 2004
106 Rüştü Kazım Yücelen, Bayer’in köşesinde 28 Ağustos 2004’te yayımlanan açıklamasında , “Arslan’ı KOM Daire
Başkanlığı görevinden benim aldığım doğrudur. Ancak kendisini Emniyet Genel Müdür Yardımcısı yaptım; eskisi
gibi daha yetkili çalışsın diye aynı daireyi kendisine bağlattım. İsteği üzerine yardımcısı İsmail Çalışkan’ı da yerine
daire başkanı yaptım. Yani kızağa alan ben değilim” dedi.
107 Habertürk TV, 7 Aralık 2010
220
komplonun çeteleşmiş cemaat mensupları tarafından yapıldığını belirten Arslan,
“Bu cemaat mensupları ile uyuşturucu kaçakçılarının isteklerinin çakışmasını ve
birlikte hareket etmelerini önce cemaat içindeki sağduyulu ve yanıltılmış kişilerin
düşünmesi gerekir. Bir uyuşturucu kaçakçısının 8 yıl önce benimle ilgili planlarının
neden bu zamanda gerçekleştiğini, bu planların gerçekleşmesi için emniyetin kilit
üniteleri olan Kaçakçılık ve İstihbarat daireleri ile İstanbul ve Ankara’daki ilgili
birimlere kimlerin hâkim olması sonucu Baybaşin’in isteğine uygun operasyon
yapılabildiğine dikkatinizi çekerim. Bana ve Hanefi Avcı’ya yapılan operasyonlar,
emniyet içinde dik duracak ilkeli polislere bir gözdağı verme amacı taşımaktadır.
Çünkü bizim gibilerin, emniyet içindeki bir takım kadrolaşmalara engel olacakları
bilinen bir husustur” dedi.
Ergenekon soruşturmasına adı karıştırıldı
2007 yılında başlayıp hız kesmeden süren Ergenekon soruşturmasının, ikinci
iddianamesinde de Emin Arslan’ın adına yer verilmişti. İddianame açıklandıktan
bir hafta sonra Yeni Şafak Gazetesinde Ali Oktay imzasıyla, “Tetikçinin silahlarını
incelemeyin talimatı” balıklı bir haber108 yayımlanmıştı. Haberde, Ergenekon
sanıklarından Osman Gürbüz’ün1994'te Gebze’de polisle çatıştıktan sonra bırakıp
kaçtığı çantadan çıkan silahlar için dönemin Emniyet Özel Harekat Timleri'nin
başında bulunan Korkut Eken'in Gebze Emniyeti'ni arayarak “silahları
incelemeyin” talimatı verdiği ileri sürülüyordu. Bu iddiayı dile getiren ise ikinci
iddianamenin gizli tanıklarından Yavuz isimli bir eski polisti. Haberde Emin
Arsan’la ilili iddiaların yer aldığı bölüm şöyleydi: “Kendisinin olayın ardından ele
geçirilen silahların kriminal raporlarını almak için görevlendirildiğini anlatan
Yavuz, mühürlü bir poşet içersinde yazı ile birlikte silahları İstanbul'a götürmek
üzere emniyetin merdivenlerinden inerken 'geri dön iş değişti' talimatı verildiğni
belirtti. Amirlerinin elindeki poşet ve silahları geri aldıklarını söyleyen Yavuz,
kendisine içinde ne olduğunu bilmediği mühürlü bir poşetin verildiğini ve bunları
Ankara'ya Emniyet Genel Müdürlüğü İstihbarat Daire Başkanı Emin Aslan'a
götürmesinin söylendiğini anlattı. Poşeti Ankara'da Emniyet İstihbarat Daire
Başkanlığı'nın girişindeki güvenlik görevlisine Emin Aslan'a verilmek üzere teslim
ettiğini söyleyen gizli tanık Yavuz, o dönemde Emniyet Genel Müdürlüğü Özel
Harekât Timleri'nin başında bulunan emekli Albay Korkut Eken'in, Gebze
Emniyeti'ni arayarak silahlarla ilgili inceleme yapılmamasını istediğini ileri
sürdü.”
Haberin yayımlanmasından 2 gün sonra yine aynı gazetenin iç sayfalarında gözden
kaçırılan kısacık bir haber vardı: “Emniyet Genel Müdürü Yardımcısı Emin
108 Yeni Şafak Gazetesi, 2 Nisan 2009
221
Arslan, gönderdiği açıklamada, söz konusu olayın Ergenekon iddianamesinde
yanlış yansıdığını belirtti. Arslan, Ergenekon tutuklusu Osman Gürbüz'ün polisle
girdiği çatışmada arkasında bırakılan silah ve eşyaların incelenmesi için Emniyet
Genel Müdürlüğü İstihbarat Dairesi Başkanlığı'na gönderildiğini belirtti. Arslan,
ilgili inceleme sonuçlarının da Gebze Adliyesi'ne teslim edildiğini kaydetti.”
“Taraf”tar Hüseyin Baybaşin sahnede
Emin Arslan’ın bu açıklaması elbette gazetede, iddiaların yer aldığı gibi
duyurulmamıştı. Medya üzerinden yürütülen bir operasyonla adı Ergenekon
soruşturmasına da bulaştırılan Emin Arslan’ın adı, ayrıntılarını birazdan
anlatacağımız uyuşturucu operasyonunda tutuklanmasından birkaç ay sonra Taraf
Gazetesinin manşetindeydi. Habere konu olan iddialar ise, Yalçın Bayer’in 2004
yılında Arslan’la ilgili komplo içinde olmakla suçladığı Hüseyin Baybaşin
tarafından dile getirilmişti.
Tarih 5 Ocak 2010. Emin Arslan adının karıştığı uyuşturucu operasyonu
soruşturmasında, polis memurları Murat Nemutlu ve Mustafa Saral’la birlikte
tutuklanarak cezaevine konulmuştur. Taraf Gazetesi’nin manşetinde, “Silah verir
eroin alırdık”109 başlıklı Fırat Alkaç imzasıyla bir haber yayımlanır. Haberde,
uyuşturucu soruşturmasını yürüten Savcı Mehmet Berk’e tutuklu bulunduğu
Hollanda’daki cezaevinden 8 sayfalık bir mektup gönderen Hüseyin Baybaşin’in,
Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük’ün, polis müdürü Emin Arslan’la
ortak iş yaptığını iddia ettiği anlatılmaktadır. Tutuklu bulunduğu Zootermeer
Cezaevi’nden gazeteye önemli açıklamalar yaptığı belirtilen haberde Baybaşin’in,
“Kısmetim-1 gemisi boş halde batırıldı. Şehmuz Daş konuşmasın diye öldürüldü.
İki ton uyuşturucuyu devlet pazarladı” iddialarında bulunduğu da aktarılıyordu.
Ergenekon’un işaret fişeği sayılan Tuncay Güney’in 2001 yılında verdiği
ifadeyle110 Baybaşin’in anlattıklarını örtüştüğü vurgulanan haberde iddialar şöyle
sıralandı: “Lucky-S gemisi uyuşturucu dolu halde yakalandı bunlar piyasaya
satıldı. Böylece Türkiye ve dünya kamuoyuyla dalga geçildi. Gemideki
uyuşturucunun her gramının nereye teslim edildiğini Mestan Şenel ve Emin Arslan
bilir. Şeyhmuz Daş konuşmasın diye öldürüldü. Ben Necdet Menzir’i de olayın
109 Taraf Gazetesi, 5 Ocak 2010
110 Ergenekon firarisi Tuncay Güney, 2001 yılında polise verdiği ifadede, “Kısmetim-1 gemisindeki eroinin sahibi,
uyuşturucu kaçakçısı Nejat Daş ve Ergenekon örgütüydü. Bir senaryo hazırlandı. Gemi Akdeniz’in ortasında boş
batırılacak ve eroin yurtdışına satılacaktı. O günlerde Daş polisin elindeydi. Üst düzey iki kamu görevlisi gemideki
mala ortak olmak istiyordu. Pazarlıklara dâhil edildiler. Ergenekon adına pazarlığı JİTEM’ci yüzbaşı yürütüyordu.
Geminin delilleri yok etmek için kaçakçılar tarafından nasıl batırıldığı, İstanbul’dan götürülen gazeteciler tarafından
kare kare görüntülendi. İki kamu görevlisinin ortak olduğu eroinin yerine ulaştırıldığını biliyorum. Ergenekon o
yıllarda tamamen yeraltına inerek uyuşturucuya bulaştı. Doğu’dan gelen eroinin Türkiye üzerinden geçişini organize
ediyordu” demişti.
222
içinde biliyordum. Menzir yaptığı açıklamada ‘Ben pay almadım’ demiş. Ama olayı
A’dan Z’ye iyi biliyor. Basında Lucky-S gemisinin içindeki uyuşturucunun suçlusu
olduğum yazıldığı için durum hakkında araştırma yaptım. O operasyona katılan
görevlilerden ve o uyuşturucunun sonradan tekrar yakalanmasında adı geçen
kişilerden öğrendim. Uyuşturucuyu yakalatan bir şahıs ile de görüştüm. Hiçbir
şüpheye yer kalmayacak kadar doğruluğuna inandım ve kamuoyuna açıkladım. Bu
bilgi Emniyet Genel Müdürlüğü, Jandarma Merkez Komutanlığı ve MİT’in
arşivlerinde de vardır. Lucky-S gemisinde yakalanmış olan uyuşturucunun iki
tonluk kısmı sonradan Türkiye’de yakalandı. Yakalanan madde gemideki
uyuşturucuyla aynıydı. Kısmetim-1 ve Lucky-S gemileri şov için kullanıldı.
Afganistan’a para değil silah gider uyuşturucu gelirdi. Bu pislikleri vatanı
PKK’dan kurtarmak bahanesiyle yapıyorlardı.”
Arslan, Küçük’e yeşil pasaport verdi iddiası
Kısmetim-1 adlı geminin de, içinde uyuşturucu varmış gibi gösterildikten sonra boş
halde iken kasıtlı olarak batırıldığını öne süren Baybaşin, “Kısmetim-1
yakalanmadan yedi-sekiz ay önce emniyet ve istihbarat birimleri bu gemiyi
konuşuyorlardı. Gemi Dubai Ajman limanındayken bir personelinde 12 kilogram
eroin yakalandı. Bundan ötürü Kısmetim-1 limanda bir yıl bekletildi. ABD, İngiliz,
Interpol ve Dubai görevlileri Kısmetim-1 gemisini didik didik aradı. Bir gram
uyuşturucu yoktu gemide. Ancak o dönemde, Türkiye’ye gemilerle uyuşturucu
geldiği, bunların Avrupa ve dünyaya satılmak üzere hazırlandığı konuşuluyordu.
Yahya Demirel, Emin Arslan ve Mestan Şenel ile bu gemi konusunu çok kez
konuştum. Ayrıca, bu gemi gibi o yıllarda onlarca uyuşturucu yüklü gemi ülkeye
gelerek, pazarlandı. Aynı şekilde Azerbaycan üzerinden araçlar da uyuşturucu
madde getiriyordu” diyordu. JİTEM kurucularından Ergenekon sanığı emekli
Tuğgeneral Veli Küçük’le, Mehmet Emin Arslan’ın birçok ortak iş yaptığını
anlatan Baybaşin, “1991 yılında Emin Arslan, Veli Küçük’e verilmek üzere altı adet
sahte yeşil pasaport ve aynı pasaportlar için kimlik ve silah ruhsatı ile birlikte silah
götürüp Üsküdar’da bir oto galerisinde bırakmışlardı. Veli Küçük para yerine
Mehmet Emin Arslan’a bir Mercedes araba teklif etmişti. Arslan, Küçük’ün onlara
vermek istediği arabayı Vatan Caddesi’ndeki benim oto alım-satım yerime
getirdiler. Arslan değerinden fazla para istiyordu. Beyaz bir Mercedesti. Mestan
Şenel’de İstanbul Narkotik Şube Müdürü’ydü” diye iddialarda bulundu.
Baybaşin’in mektubunda birçok ismi de dâhil ederek Emin Arslan’ı suçluyordu.
Ancak iddialarına konu olan tarihlerde Arslan, henüz KOM Dairesi’nde değil,
İstihbarat Dairesi’nde görevli olduğu gibi karaciğer rahatsızlığı nedeniyle de
yurtdışında tedavi görüyordu.
223
Üst düzey polislerin adının karıştığı uyuşturucu operasyonu
Tarihler 15 Eylül 2009’u gösterdiğinde birçok gazetede ya manşetten ya da ilk
sayfada büyük gösterilen haber, İstanbul Emniyet Müdürlüğü polislerinin yaptığı
bir uyuşturucu operasyonuyla ilgiliydi. Haberlere göre İstanbul Narkotik Şube
Müdürlüğü ekipleri, işadamı Habib Kanat'ın uyuşturucu imalatı yapılan depolarını
basmış ve piyasa değeri 2 milyar TL olan uyuşturucu amfetamin hammaddesi ele
geçirilmişti. Haberlerde uzun süredir uyuşturucu ticareti yaptığının bilindiği ancak
aleyhinde yeterli delil bulunamadığı için suçlanamadığı iddia edilen Kanat’ın 1,5
yıldır sürdürülen teknik takip sonucu yakalandığı anlatılıyordu. İddiaya göre teknik
takipler sonucu Kanat’ın Pendik ve Tuzla'da olduğu belirlenen 3 imalathanesi ve
bir deposuna baskın düzenlenmiş ve uyuşturucu hammaddesi olan 3 ton amfetamin
ile 30 ton kimyasal madde ele geçirilmişti. Operasyonda Kanat’la birlikte yüksek
kimya mühendisi Doçent Hüseyin Rıza Işık'ın da aralarında bulunduğu 11 kişinin
gözaltına alındığına da yer veriliyordu. Haberde, Kanat’ın ortağı olduğu ve üretilen
uyuşturucuyu Ortadoğu'ya sevk ettiği öne sürülen zanlılar işadamı Şevket Hidayet
ve oğlu Şıh Mehmet Hidayet’in isimleri ise rumuzlanarak verilmişti. Kimi gazeteler
çetenin lideri olduğu öne sürülen Habib Kanat’ın uyuşturucu paralarıyla cami
yaptığını anlatırken, kimisi de zanlılar arasında bulunan eski kimyager
akademisyen Hüseyin Rıza Işık’ın, polise uyuşturucu operasyonlarında bilirkişilik
yaparken uyuşturucu satıcısına dönüşünün hikâyesini anlatıyordu. İddialar ilginçti
ve haberler ertesi gün de devam etti. Hatta İstanbul Valisi Muammer Güler yanında
İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin Çapkın’la beraber televizyonlarda basın
açıklaması yaparak Türkiye tarihinin en büyük uyuşturucu operasyonlardan birinin
yapıldığını ve ele geçirilen 400 kilo uyuşturucunun piyasa değerinin 2 milyar lira
olduğundan bahsediyordu. Ancak televizyonlar ve gazetelerde yapılan haberlerde
bu kez öne çıkan unsur, uyuşturucu çetesinin polisten yardım aldığı iddialarıydı.
İddiaların ortasındaki isim ise Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan’dı.
Yine narkotikçi kökenli iki polis müdürü Murat Nemutlu ile Mustafa Aral’ın da
çeteyle bağlantılı olduğunu anlatan kaynağı da yine polis teşkilatı olan haberlerde,
iddiaların Emniyette “deprem” yarattığını ifade ediyordu. Doğan grubu medyasının
daha itidalli yaklaştığı iddialar cemaat medyasının manşetlerindeydi. Hatta Yeni
Şafak Gazetesi, “İki No’lu İsim Uyuşturucu Trafiğinde” manşetinin içinde, daha
önce yayımladıkları ve tekzip de edilen Arslan’ın Ergenekon’la bağı olduğu
yolundaki haberini de yeniden anımsatmıştı.
Arslan nihayet görevinden alındı
Haliyle konuyla ilgili tüm haberler, geçmişte yaptığı başarılı operasyonlarla birçok
uyuşturucu çetesi liderini cezaevine gönderen Emin Arslan üzerinden anlatılmaya
224
başlanmıştı. Arslan, uyuşturucu çetesinin lideri olduğu öne sürülen Habib Kanat’la,
telefon dinlemeleri sırasında ortaya çıkan ilişkisi nedeniyle soruşturma kapsamında
soruşturmayı yürüten İstanbul Cumhuriyet Savcısı Mehmet Berk’e 17 Eylül 2009
günü ifade vermişti. Yine telefon dinlemelerine takılan, operasyonu yapan KOM
Daire Başkanlığı’na bağlı Köpek Eğitim Merkezi’nde görevli polis müdürü Murat
Nemutlu ile Koruma Daire Başkanlığı’na bağlı Deniz Limanları Şube Müdür
Vekili Mustafa Aral da ifade verenler arasındaydı. Arslan ve iki emniyet müdürü
ifadelerinin ardından tutuklanma talebiyle sevkedildikleri mahkemeden tutuksuz
yargılanmak üzere serbest bırakılsa da, savcılığın hakkında “gizlilik kararı” aldığı
dosyayla ilgili tüm bilgiler devam eden günlerde önce gazetelerin sonra da
televizyonların vazgeçilmez haberleri oldu. Telefon dinleme kayıtları, fiziki takip
tutanakları, BDDK raporları ve tanık anlatımları gibi delillerden yola çıkarak
Arslan ve emniyet müdürleri Nemutlu ile Aral, “Habib Kanat’ı korumak ve
kollamak; Kanat’ın yakalanmasının ertesinde aklanmasını sağlamaya yönelik
girişimlerde bulunarak bu amaçla bilgi, belge ve delil toplamaya çalışmak;
delilleri karartmak ve bilgi sızdırmak; Kanat ve Hüseyin Rıza Işık’la irtibat kurmak
ve şahsi maddi çıkar sağlamak”la suçlanıyordu. Arslan ve Kanat’ın oğullarının bir
dönem ortak şirket kurduğu da iddialar arasındaydı. Sonradan gerçekten de ikilinin
oğullarının bir dönem şirket ortaklıkları olduğu belirlendi. İddianamede, menfaat
teminin kanıt gösterilen olaylar arasında sayılsa da bu ortaklıkla ilgili Emin
Arslan’ın oğlunun ne tanık ne de sanık olarak ifadesi alınmamıştı.
Arslan ve diğer iki polis müdürü iddiaları reddetseler de, Savcı Mehmet Berk’in
tutuksuz yargılanmaya yaptığı itiraz üzerine İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi
heyeti üst düzey 3 polis hakkında 24 Eylül 2009’da tutuklama kararı verdi. Arslan
ile emniyet müdürleri Nemutlu ve Aral kendiliklerinden geldikleri İstanbul
Beşiktaş Adliyesi’nde ertesi gün tutuklandı. Savcı Mehmet Berk tarafından polis
müdürleri hakkında düzenlenen iddianame yaklaşık 4,5 ay sonra, 25 Ocak 2010’da
İstanbul 9.Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edildi. İlk duruşma tarihi de 4 ay
sonraya 27 Mayıs 2010 tarihine verilmişti. İlk duruşma gününe dek aradan geçen 9
aylık dönemde avukatlarının tüm tahliye talepleri reddedilen emniyet müdürleri
hâkim karşısına çıktıkları ilk duruşmada aylar süren tutukluluktan sonra tahliye
oldular. Ancak Arslan hakkında 24 Eylül ‘de verilen tutuklama kararının aynı gün
İçişleri Bakanlığı’na ulaşmasının ardından görevden alınması için de hemen üçlü
kararname hazırlandı. İçişleri Bakanlığı ile Başbakanlıkta imzalanan kararname
vakit kaybetmeden onay için Çankaya Köşküne gönderildi. Basında çıkan
haberlerden sonra İçişleri Bakanlığı’nın görevlendirdiği iki mülkiye müfettişinin
hazırladığı ilk inceleme raporunda yer alan “olayın medyada yer alması,
kamuoyunda büyük yankılara sebeb olması ve emniyet teşkilatı hakkında
kamuoyunda yanlış düşüncelere yol açması sebebiyle…” şeklindeki gerekçeler ve
tutuklu yargılanıyor olmaları nedeniyle de Arslan ve 2 emniyet müdürü 4 Kasım
225
2009’da açığa alındı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onayıyla da Emin Arslan 13
Ocak 2010’da merkeze çekildi.
Üç emniyet müdürünün de ortak özelliği çalıştıkları birimlerden kızak görevlere
gönderilmeleri üzerine açtıkları davalar sonunda İdare Mahkemesi kararlarıyla eski
görev yerlerine dönmüş olmasıydı. Murat Nemutlu ve Mustafa Aral KOM Daire
Başkanlığı emrine, Arslan se Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı görevine
mahkeme kararıyla dönmüştü. Zaten 2006 yılında Danıştay’ın “kesin iade”
kararıyla görevine dönen ve görevinden alınmasının tek koşulu tutuklanması olan
Arslan’ın da böylece ayağı kaydırılmış oluyordu. Avukatlarının tahliye talepleri
reddedilen polis müdürleri ise haklarında düzenlenen iddianamenin 4 ay sonra
açıklanmasının ardından başlayan yargılamaların 5. ayında, 9 ay tutukluluktan
sonra tahliye oldular. Süreç içinde Habib Kanat’ın aslında Emin Arslan ve diğer iki
müdür için bir dönem çalışan uyuşturucu muhbiri olduğu ve KOM Daire
Başkanlığı’nda, kimliğini gizli tutmak için “X” muhbir diye kaydının bulunduğu
ortaya çıkacaktı. Kanat’ın aynı zamanda, o dönemde KOM Daire Başkanlığı’nda
çalışan görevlilerin de aralarında olduğu birçok amir ve müdürle geçmişte
görüşerek KOM Daire Başkanlığı için bir dönem çalışan uyuşturucu muhbiri
olduğu ve vermiş olduğu bilgilerle ilgili bir çok muhbir görüşme tutanağı
düzenlendiği de ortaya çıkacaktı.
İstihbarat entrikaları
Emniyet müdürlerini cezaevine gönderen sürecin miladı Kaçakçılık ve Organize
Suçlarla Mücadele Daire Başkanlığı (KOM) Narkotik Şube Müdürlüğü’nün
2006’da başlattığı bir soruşturmaydı. Erivan adı verilen uyuşturucu kaçakçılığı
soruşturması kapsamında, 2008 yılının Temmuz ayına kadar Ankara 11. Ağır Ceza
Mahkemesi’nin (ACM) verdiği izinle 148’inin kimliği hakkında bilgi verilmeyerek
“X şahıs” olarak tanımlanan 335 kişiye ait telefon numarasıyla ilgili izleme ve
dinleme kararı alınmıştı. 30 Temmuz 2008’de, operasyondaki görevi telefon
dinlemeleri yapmak olan KOM Daire Başkanlığı Narkotik Şube Müdürlüğü’nde
görevli Hacı Dost isimli polis memuru tarafından bir rapor tanzim edilmişti. Hacı
Dost tarafından tanzim edildiği belirtilen ancak Hacı Aydın Ünlüer isimli polis
tarafından imzalandığı öne sürülen bu raporda Hacı Dost, “Erivan kod adlı teknik
takip destekli planlı projeli çalışmada yapmış olduğum teknik takip ve ‘harici
çalışmalar’ neticesinde Hebo lakaplı, Miço lakaplı ve Şeto lakaplı şahısların sürekli
görüştükleri şahısların daha çok yüz yüze görüştükleri ve bu şahısların bahse konu
organizasyona katıldıkları ve üyeleri ile birlikte hareket ettikleri ve yakın bir
zamanda uyuşturucu madde sevkiyatını gerçekleştirecekleri tarafımdan
değerlendirilmektedir’’ yazıyordu. Bu rapordan yola çıkilarak 30 Temmuz 2008
tarihinde Ankara 11. ACM’den raporda adları geçen kişilerin telefonları için
226
dinleme kararı alınmıştı. Raporda Hebo lakabıyla tanıtılan kişi Habib Kanat, Miço
da oğlu Mustafa Kanat’tı.
2001-2005 yılları arasında emniyete bilgi taşıyan, dinleme kararı çıkartılan yıllardır
adına kayıtlı telefonu da dâhil olmak üzere hakkındaki tüm bilgiler KOM
Dairesinde X muhbir sıfatıyla kaydedilen Habib Kanat haliyle bu daireye bağlı
Narkotik Şube’de görev yapan polislerce de iyi tanınan birisiydi. Daha sonra
davanın sanıkları olan Murat Nemutlu ve Mustafa Aral dahil daha önce KOM
Dairesi Narkotik Şube’de görev yapmış, halen de aynı birimlerde görev yapan,
hatta bu operasyonda görev alan birçok amir ve müdür Habib Kanat’la muhbir
sıfatı ile görüşmüştü. Buna rağmen adli makamlardan dinleme kararı alınırken
Habib Kanat’ın adı ve emniyetle olan muhbir ilişkisi bilinmiyormuş gibi davranılıp
Hebo lakablı bir kişiyi dinlemek için karar alınmıştı. Bir dönem KOM Dairesi
çalışanlarının çok yakından tanıdığı ve emniyetin başka birimlerinden kişilerle de
halen irtibat halinde olan Kanat’la ilgili bu bilgiler teknik takip izni veren adli
makamlardan gizlenmişti. Telefon dinleme izninin alınmasını sağlayan raporda
dikkat çeken bir başka konu da, Hacı Dost isimli polisin, “harici çalışmalar’ sonucu
bir takım bilgiler elde ettiğini öne sürmesiydi. KOM Dairesi Narkotik Şube’de
2005 yılına kadar görev yapan davanın sanıkları olan polis müdürleri Nemutlu ve
Aral, özellikle Ergenekon soruşturmalarında da sıklıkla başvurulan bu konuyu
savunmalarında şöyle açıklıyordu: “Raporda geçen ‘harici çalışmalar’dan kasıt
İDB tarafından isimsiz, imzasız bilgi notu başlığı altında operasyonel birimlere
gönderilen istihbarat notlarını içermektedir. Söz konusu istihbarat notlarına
Emniyette sadece İstihbarat Daire Başkanlığı’nda mevcut teknik imkânlar
sayesinde kişilerin geriye dönük telefon trafiğinden ve arşiv bilgilerinden yola
çıkarak hukuken hiçbir geçerliliği olmayan ve hazırlayan açısından da hiçbir
sorumluluk yüklenmeyen bilgiler bulunmaktadır. Bu sayede hedef olarak seçilen
kişiler art niyetli olunması halinde istenilen her olaya, bir mizansen dâhilinde
hiçbir somut bilgi ve belgeye ihtiyaç duyulmadan rahatça bağlanabilmekte, şüpheli
kişiler ve hayali örgütler yaratılabilmektedir. Ülkemizde son dönemde yaşanan
hukuk karmaşası ve kaotik ortamın oluşmasında yukarıda anlatılan hiçbir hukuki
değeri olmayan, görevlilerin insafına kalmış istihbarı çalışmaların emniyet
birimlerince art niyetli bir şekilde soruşturma aşamalarında kullanılmasının çok
önemli bir paya sahip olduğu yadsınamaz bir gerçektir.”
Polis polisi dinledi savcıdan gizledi
Nemutlu ve Aral’ın bizzat kendilerinin kaleme alarak mahkemeye sunduğu
savunmalarında önemli bir ayrıntı daha vardı. Soruşturmayı yürüten KOM Daire
Başkanlığı Narkotik Şube Müdürlüğü bırakın elindeki muhbir görüşme
tutanaklarını, bilgi ve belgeleri Kanat’ın telefonunun geriye dönük telefon
227
kayıtlarını incelendiğinde dahi Emin Arslan, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral’la
ilişki içinde olduğunu bilmekteydi. Nitekim Habib Kanat’ın teknik takibe
başlandığı günün ertesi, yani bir gün sonra dava dosyasında da bulunan Mustafa
Aral ile telefon görüşmesi mevcuttu. Buna rağmen adli makamlardan Habib
Kanat’ın dinleme kararı alınırken bu bilgi ve belgeler bildirilmemiş, gizlenmişti.
Yani Habib Kanat’ın dava dosyasına da giren, telefonunun geriye dönük HTS
kayıtlarının incelenmesinden 3 polis müdürüyle de yıllardır süren bir ilişkisi olduğu
da zaten operasyonu yöneten birimlerce de biliniyordu. Zanlı polis müdürlerinin
savunmalarındaki iddialarına göre mahkemeden telefon dinleme izniyle Habib
Kanat üzerinden kendileri dinlenip, takip altında bulundurulacaklardı.
Kanat’la ilgili alınan yasal takip kararı üzerinden polis müdürlerinin illegal takibi
30 Temmuz 2008’de başladı. Bu takibin illegal olduğu da polis müdürleri hakkında
kamuoyu gözünde suçlu algısı yaratmak için kullanılan medyaya sızdırılan
fotoğraflarla ortaya çıkacaktı.
Hedef uyuşturucu değil polislerdi
Operasyon süresince hakkında hiçbir dinleme ve izleme kararı olmayan Emin
Arslan’ı, Habib Kanat’la çeşitli yerlerde birlikteyken gösteren fotoğraflar, Habib
Kanat’ın yasal olarak takibine başlanıldığı 30 temmuz 2008’den 24 gün önce 7 ve 8
Temmuz 2008 günü çekilmişti. Başta Emin Arslan olmak üzere polis müdürlerinin
tutuklanmasını ve görevden alınmasını sağlayabilmek için bu fotoğraflar medyaya
sansayonel bir şekilde servis edilmişti. İstenilen amaca da ulaşıldı. Star
Gazetesinde, Zafer Kütük imzalı, “Emniyet Müdürünü Yakan Fotoğraflar” başlıklı
haberde111, Arslan ve Kanat’ın birlikte olduğu fotoğraflara yer verilip, “Emniyet
Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan’ın uyuşturucu baronu olduğu iddia edilen
Habip Kanat ile irtibatını kanıtlayan adli delil niteliğindeki fotoğraflara Star ulaştı.
Emin Arslan ile birlikte emniyet müdürleri Mustafa Aral ve Murat Nemutlu’nun,
Kanat ve ekibiyle ortak planlamalar yaptığı buluşmalar, savcılık talimatıyla yapılan
gizli izleme sonucu tespit edildi. Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcıları,
tutuklama istemiyle İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesine yaptıkları başvuruda bu
fotoğrafları dayanak gösterdi” deniliyordu. Avukatlarının savunmasında Emin
Arslan’ın bu fotoğraflarının çekildiği tarihte hakkında yasal takip izni olmadığı
belirtilerek, polislerin bu durumu savcıdan gizlediğine vurgu yapıldı. Zaten,
“Önleme dinlemesi adı altında ismim yazılmadan telefonumun İMEİ numarası
üzerinden kanunsuz bir şekilde dinlenip eksiğim aranmıştır. Ben bu operasyondan
önce herhangi bir operasyona monte edilmek için izleniyordum” iddiasında
111 Star Gazetesi, 26 Eylül 2009
228
bulunan Arslan’ı doğru söylediği de büyük sansasyon yaratan fotoğrafların dava
dosyasının delilleri arasında olmadığı görülünce ortaya çıktı.
Zanlı polis müdürleri bu konuyu mahkemeye sunmuş oldukları savunmalarında
şöyle izah ediyorlardı:
“Dava dosyasındaki tutanaklar ve fotoğraflar toplumda yaşayan tüm insanların
yaptığı, arkadaşlar arasında sıradan, olağan, umuma açık restorantlarda 2-3 saat
süren sıradan akşam yemeklerini içermektedir. Bu hayatın olağan akışı içerisinde,
sosyal ilişkiler bağlamında gayet normal tavır ve davranışlardır. Ancak
operasyonu yürüten birimler art niyetli olduğundan, hasmane bir tutum
sergilenerek, bu olağan görüşme ve yemeklere ellerinde hiçbir somut bilgi, belge
olmadan, dava dosyasına konu iddialarla hiç alakası olmamasına rağmen örgütsel
görüşmeler olarak niteleyip adli makamları etkileme, kuvvetli suç şüphesi
yaratılarak yanıltma amacıyla kullanmışlardır. Bununla da yetinmemiş görüntüleri
kasten basına sızdırıp medya ile paralel yargılama sağlanmıştır. Bu konu çok
önemlidir. Zira Emin Arslan, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral’ın tutuklanma
gerekçelerinden biri fotoğraflı takip tutanaklarıdır. Dava dosyası incelendiğinde
görüleceği üzere dava dosyamızda bulunan görüntülenmiş 8 tane fiziki takip
tutanağının 7’si Nemutlu ve Aral’a aittir. Oysa uyuşturucu imalathanesinin sahibi
olduğu iddia edilen Hüseyin Rıza Işık, bu imalathanede çalıştığı iddia edilen
onlarca insan ve üretilen uyuşturucuyu yurt dışına ihraç edeceği iddia edilen
Hidayet ailesinden bile kimsenin fotoğraflı fiziki takip görüntüleri dava dosyasında
bulunmamaktadır. Tek başına bu konu bile soruşturmayı yürütenlerin nihai
hedefinin uyuşturucu ile mücadele etmek veya iddia olunan örgüt üyelerinin suça
ilişkin faaliyetlerini tespit etmek yerine Arslan, Nemutlu ve Aral’ı anılan
soruşturmanın içerisinde olduğu izlenimini vererek, suça monte edebilmek
olduğunu ortaya koymaktadır. İşte bu sebeple hiçbir somut bilgi ve belge
olmamasına rağmen, art niyet ve hasmane bir tutumla bu akşam yemekleri örgütsel
görüşmeler olarak lanse edilmiş bir suçmuş gibi gösterilmiş ve medya ile yürütülen
paralel yargılamada bu fotoğraflar kullanılmıştır. Zaten bu yemekler gizli saklı
değil aleni, umuma açık yerde yapılmış ve telefonlarda takip edildiğinden
operasyonu yürüten birimlerce bilinmektedir. İlgili birimlerin bunun yerine
uyuşturucu imal ettiği ve ticaretini yaptığı iddia edilen şahısları takip edip tüm
faaliyetlerini ve ilişkilerini deşifre etmesi gerekmez miydi? Böyle yapılsaydı dava
dosyamızda çok önemli bir konumda olduğu iddia edilen Hidayet ailesinden şaibeli
bir şekilde firar olmazdı. İddia olunan uyuşturucunun kime, nasıl, ne şekilde gittiği,
gideceği tespit edilebilirdi. Bu yapılmamıştır. Çünkü bu operasyonda asıl amaç ve
hedef emniyet görevlileridir. Bu dava dosyası incelendiğinde açıkça görülmektedir.
Ayrıca görüntüler ve takipler sadece restoranlarla sınırlı kalmıştır. Buna da bir
anlam verememekteyiz. Acaba yemeğe katılanlar yemekten sonra nereye
229
gidiyorlar? Bu nasıl izlemedir? Amaç uyuşturucuya yönelik faaliyetleri izlemek
midir? Yoksa fotoğraf çekmek midir?”
Ancak amaç hâsıl olmuş, medyanın yaptığı yargısız infazla Arslan, Nemutlu ve
Aral hakkında hüküm verilmişti. Fotoğrafların yayımlanmasından bir gün sonra
Hürriyet gazetesinde Toygun Atilla imzalı, “Emin Abi’yi çok severim” başlıklı
haberde de112, Arslan’ı cezaevine yollayan operasyonun arkasındaki isim olan
KOM Daire Başkanı Ahmet Pek, “Soruşturmanın gizliliği bizim namusumuzdur.
Operasyon sürdüğü sırada ve şahıslar adliyeye gidene kadar emniyetten en ufak bir
sızma olmamıştır” diyerek fotoğrafların sızdırıldığı adresin savcılık veya başka bir
emniye birimi olduğunu işaret ediyordu.
Kendini sanık yapan ihbarcı!
Ankara’da KOM Daire Başkanlığı’nın bizzat yürüttüğü bu operasyon bir telefon
ihbarıyla başlamış 9 Eylül 2009 tarihinde düzenlenen operasyondan 2 gün önceye
kadar takibi yapılarak 7 Eylül 2009’da İstanbul polisine devredilmişti. 21 Aralık
2008’de KOM Daire Başkanlığı Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü’nün
telefonuna yapılan ihbar, “İstanbul ili Tuzla ilçesinde bulunan ve muhtemelen bir
deri fabrikasında, 0546 684 77 41 numaralı telefonu kullanan Aydın ve 0533 651
78 28 numaralı telefonu kullanan Hıdır isimli şahıslar tarafından uyuşturucu hap
üretildiğinin ve bu üretilen hapların 1-2 gün içerisinde başka bir depoya
nakledileceğinin, daha sonra yüklü miktardaki hapların Kilis'te bulunan bazı
şahıslar vasıtasıyla deniz veya karayolu ile İstanbul ilinden Suriye'ye sevkiyatının
yapılacağının ihbar edilmiştir” diye resmi tutanaklara kaydedilmişti. İhbar üzerine
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınan telefon dinleme izniyle de soruşturma
başlatılmıştı. Her gün yüzlerce ihbarın yapıldığı polis, hafta sonunda Kilis’te bir
sabit numaradan yapılan ihbarı ciddiye alıp aynı gün teknik takip kararı aldırtmıştı.
Kilis ya da suça konu olan İstanbul Emniyeti ya da 155’e değil de Ankara KOM
Daire Başkanlığı Narkotik Şube Müdürlüğü’ne yapılan bu ihbar için kullanılan
telefon numarası da araştırılmamıştı. Öte yandan ihbarcı Hıdır’ın da, yürütülen
Erivan soruşturması kapsamında telefonları dinlenen Hüseyin Rıza Işık’la 2, Settar
Gürlek’le 3 ve Naci Altaç’la da bir kez olmak üzere toplam 6 görüşme yaptığı da
ortaya çıkacaktı. Bu görüşmelerinden ve telefonları da dinlenen Hüseyin Rıza
Işık’ın akrabası olması nedeniyle Erivan soruşturmasını yürüten KOM şubesi
polisleri tarafından Hıdır Mehmet Murat Özdemir ismiyle tanınıyordu. Hatta Hıdır
Özdemir’in 2 Aralık 2008’de Settar Gürlek’le yaptığı kayıt altına alınan telefon
görüşmesine göre, kimya fabrikasında üretilen 430 kg uyuşturucu malzeme Emin
isimli şahsa verilmişti. Ancak bu bilgilere karşın Hıdır Özdemir polis tarafından hiç
112 Hürriyet Gazetesi, 27 Eylül 2009
230
tanınmıyormuş gibi adli makamlardan bilgi saklanarak, kendisini de sanık yapacak
olan açılacak yeni soruşturmanın telefon dinleme izinleri alınmasını sağlayan ihbarı
yapan kişi olarak gösterilmişti.
Sanık emniyet müdürleri Murat Nemutlu ile Mustafa Aral’ın avukatlarının
savunmalarında KOM Şubesinin uyuşturucu imalatı yapıldığı belirtilen Hüseyin
Rıza Işık’a ait fabrikayı da ihbar yapılmadan önce izleme ve takip altına aldığı da
öne sürülüyordu. Yapılan ihbara konu olan bilgilerin de bu takip neticesi elde
edilen bulgular sonucu mizansen hazırlandığı da savunmada dile getirilen iddialar
arasındaydı. Telefon dinlenmeleri sonucunda da, ihbarda adları geçen Aydın ve
Hıdır isimli kişilerin Hüseyin Rıza Işık ve Mehmet Naci Altaç’ın kontrolünde ve
yönetiminde İstanbul Tuzla Organize Deri Sanayi Bölgesinde bulunan bir
fabrikanın sentetik uyuşturucu imalathanesi olarak kullanıldığının tespit edildiği de
iddia ediliyordu. Genişletilen soruşturmada 5 gün sonra, 21 Aralık 2008’de telefon
dinleme izni alınan şüpheli sayısı 16’ya çıkmıştı. İddiaya göre ulaşılan bu isimlerin
de Şevket Hidayet ile oğlu Şıhmehmet Hidayet, Habib Kanat, Suriye uyruklu Nazır
Koja ve Settar Gürlek’le de bağlantılı oldukları tespit ediliyordu ve bu
soruşturmanın yeni isimleri KOM Daire Başkanlığı tarafından bilinen kişilerdi.
Çünkü bizzat dairenin Narkotik Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerince
yürütülen Erivan isimli soruşturmanın da zanlıları arasındalardı.
Garipliklerle dolu soruşturma dosyası
İki ayrı soruşturmada benzer isimlerle karşılaşılınca Erivan dosyasından ayrı olarak
3 emniyet müdürünün tutuklanmasını sağlayacak Baykuş-Hassas Burun ismiyle
yeni bir soruşturma açıldı. Halbuki olayla ilgili şüpheli tüm şahıslar, uyuşturucu
imalathanesi olduğu iddia edilen işyerleri ve dolayısıyla yetkili kurumlar İstanbul
savcılığı ve emniyeti olması gerekirken ve yasal zorunluluk da yerine
getirilmeyerek operasyondan iki gün öncesine kadar istanbul’da hiçbir kuruma
haber verilmemişti. Bu durum 8 Eylül 2009’a yani operasyondan 1 gün öncesine
dek sürdü. Sözkonusu dosyanın iddia edilen suç merkezinin İstanbul olması
dolayısıyla ilk soruşturmayı yürüten Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı yetkisizlik
kararıyla dosyayı İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’na gönderdi.
Ankara’dan Savcı Cemil Tuğtekin tarafından gönderilen ve 354 kişinin dinlendiği
Erivan operasyonuyla ilgili soruşturma dosyalarında, telefon dinlemelerine de
takılmış olan Emin Arslan, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral’a herhangi bir suç isnat
edilmiyordu. Hatta Arslan’ın adı dahi olmayan dosya inceleme tutanağında
Nemutlu ve Aral kastedilerek, “sanıkların bazı emniyet mensupları ile mahiyeti
tespit edilemeyen irtibat ve ilişkisinin varlığına” değinilmekle yetiniliyordu.
Medyada “çok meşhur uyuşturucu baronu” olarak tanıtılan ve yıllardır polisin
takibinde olmasına karşın suçu delillendirilemediği öne sürülen Habip Kanat’la
231
ilgili olarak da Ankara savcılığının 8 Eylül 2009’da verdiği yetkisizlik kararında,
bu kadar ünlü birinin 15 yıldır oturduğu İstanbul’daki evi bile tespit edilememiş
görünüyordu. Kanat örgüt üyesi olarak, Hüseyin Rıza Işık da örgüt lideri olarak
gösterilmişti. Ancak dosyanın İstanbul’a ulaşmasından bir gün sonra 9 Eylül
2009’da yapılan operasyonun ardından Habib Kanat bir anda örgüt lideri
oluvermişti. Yaklaşık 9 ay boyunca soruşturmayı takip eden Ankara savcısının
tesbit edemediğini İstanbul polisi ve cumhuriyet savcısı Mehmet Berk bir gün
içinde tesbit edebilmişti. İlginçtir dosyada, yıllardır adına kayıtlı telefonu kullanan,
polisin çok meşhur ve yıllardır yakalanamayan “uyuşturucu baronu” olarak tanıttığı
Habip Kanat için alınan dinleme kararına ismi yerine Hebo lakabı yazılmıştı. İzni
veren, aynı zamanda Bülent Arınç’a suikast iddiası nedeniyle Seferberlik Tetkik
Kurulu’ndaki “kozmik odayı” da arayan Ankara 11. Ağır Ceza Hâkimi Kadir
Kayan da, açık kimliğinin tespit edilmesine gerek bile duyulmayan bu telefon
dinleme talebine olumlu yanıt vermişti. Zaten dosyada dinleme kararı alınanların
yaklaşık yarısına denk gelen 148 kişi hakkında kimlikleri belirtilmeden “X kişi”
denilmişti. 30 Temmuz 2008’de Habib Kanat’ın ilk 3 ay için telefon dinlemesi
talebinde KOM Dairesi Narkotik Şube Müdürlüğü, “Erivan adlı projeli çalışmanın
organizasyonunun üyeleriyle çok sık görüştüğü, çok kısa bir süre içerisinde
uyuşturucu sevkiyatının yapılacağı, organizasyon üyeleriyle birlikte hareket
edilmesi” gerekçesini sunsa da, dava dosyasında yer alan Kanat’ın 30 Temmuz-28
Ekim 2008 tarihleri arasındaki ilk 3 aylık dönemdeki dava dosyasında suç unsuru
olduğu iddiasıyla bulunan toplam 24 telefon görüşmesinin 8’i Murat Nemutlu, 5’i
Emin Arslan, 3’ü Mustafa Aral, 5’i de oğlu Mustafa Kanat’la kalan 3’ü de yanında
çalışan işçilerle yaptıkları konuşmalardı. Başka bir deyişle Kanat’ların iddia edilen
uyuşturucu çetesiyle ilgili hiçbir telefon görüşmesi ve faaliyeti tesbit edilememişti.
Habib Kanat’ın dinlenen telefon görüşmelerinin yüzde 70’i hedef olan emniyet
görevlileriyle yapılan telefon konuşmalarıydı. Telefon konuşmalarında suç unsuru
bulunamamasına karşın sonraki dönemde bu dinleme izinleri uzatılmıştı. Teknik
takibin yanı sıra fiziki takip için de izin alınmasına karşın Habib Kanat’la ilgili
uyuşturucu kaçakçısı olduğu iddia edilen dava dosyasındaki şüphelilerden hiç
kimseyle hiçbir fiziki takip tutanağı dosyada yoktu. Habib Kanat’ın 23 sanıklı
İstanbul merkezli dava dosyasında bulunan 8 adet görüntülü fiziki takip
tutanaklarının 7’si Ankara’da ikamet eden ve görev yapan zanlı emniyet
görevlilerine aitti. Oysa uyuşturucu imalathanesinin sahibi olduğu iddia edilen
Hüseyin Rıza Işık, bu imalathanede çalıştığı iddia edilen onlarca insan ve üretilen
uyuşturucuyu yurt dışına ihraç edeceği iddia edilen Hidayet ailesinden bile
kimsenin fotoğraflı fiziki takip görüntüleri dava dosyasında bulunmuyordu.
İlginçtir Emniyet Müdürleri Murat Nemutlu ve Mustafa Aral, dava dosyasının aynı
anda hem teknik takip hem de gizli izleme tedbirine başvurulan yegane
şüphelilerdi. Uyuşturucu imalatının lideri olduğu iddia edilen Hüseyin Rıza Işık’ın
232
teknik takibine başlanılan 3 Kasım 2008’den yaklaşık 2 ay sonra 29 Aralık
2008’de; üretilen uyuşturucuyu yurt dışına ihraç edeceği iddia edilen Hidayet
ailesinin üyelerine teknik takibin başladığı 31 Temmuz 2008’den yaklaşık 1 yıl
sonra 12 Haziran 2009’da ve hatta uyuşturucu imalathanesi olduğu iddia edilen
İstanbul Tuzla ve Pendik’teki fabrikalara bile Nemutlu ve Aral’dan aylar sonra gizli
izleme tedbirlerine başvurulmuştu.
Habib Kanat’ın Erivan dosyası kapsamında dinlemesi yapılan 335 telefon
numarasından hiçbiriyle de görüşmesi bulunmuyordu. Yani dava dosyasında Habib
Kanat’la ilgili uyuşturucu üretimi ya da ticareti yapıldığını kanıtlayan ne bir
fotoğraf ne de bir telefon dinleme kaydı bulunmaktaydı. Ama yine de telefon
dinleme izinleri KOM Dairesi Narkotik Şubesi’nin ısrarı üzerine mahkemece
uzatılmıştı. Zanlı emniyet müdürleri savunmalarında bu çelişkiyi, “Habib Kanat’ın
teknik takibinin uzatılması sağlanarak, onun üzerinden nihai hedef olan emniyet
görevlilerinin teknik takibine devam edilebilmiştir. Yani sonuç olarak emniyet
görevlilerinin takip altında bulundurulabilmesi için adli makamlar kandırılmış, suç
uydurulmuş ve açıkça görev kötüye kullanılarak suç işlenmiştir” diye açıklıyordu.
Hangi polis yalan söyledi?
Polis müdürlerini sanık haline getiren soruşturma dosyası gerçekten de garipliklerle
doluydu. Aynı dosyanın sanıklarından ve uyuşturucuyu imal ettiği öne sürülen
Hüseyin Rıza Işık, KOM Daire Başkanlığı’nın takibi altındayken aynı anda başka
bir suç soruşturması iddiasıyla İstanbul polisince de teknik takip altında
bulunuyordu. 12 Mart 2009’da İstanbul Narkotik Şube Müdürlüğü, bir muhbir
aracılığıyla elde ettikleri bilgilere dayanarak Hüseyin Rıza Işık ve Ali Kın ile Fuat,
Abdullah ve İbrahim isimli kişilere ait telefonlar hakkında izleme kararı aldırtmıştı.
İstanbul polisinin planlı, projeli bu soruşturma dosyası yapılan teknik takipler
sonucu bir suç unsuru tespit edilemediği gerekçesiyle 27 Nisan 2009’da
kapatılmıştı. “Doktor” lakaplı Işık’ın aynı numaralı telefonları, kendisini cezaevine
gönderen KOM Daire Başkanlığı’nın yürüttüğü soruşturma kapsamında da 3 Kasım
2008’den bu yana teknik takip altındaydı. Yani soruşturma ile ilgili aynı telefon
hatları hem İstanbul Narkotik hem de Ankara KOM Daire Başkanlığı Narkotik
Şubesi’nce takip ediliyordu. Mevzuata göre de İstanbul polisinin yürüttüğü
çalışmayı KOM Daire Başkanlığı’nın ilgili birimine bildirme zorunluluğu olduğu
için Işık’la ilgili soruşturmadan bilgi sahibiydi. Buna rağmen kendilerinin de aynı
şüpheliyle ilgili bir çalışma yürüttüğü İstanbul polisine bildirilmemişti. İlginç olan
ise aynı süreçte hem Ankara KOM hem de İstanbul narkotik birimlerinin teknik
takibi altında bulunan Işık’la ilgili İstanbul polisinin herhangi bir suç unsuru tespit
edememiş olmasıydı. Bu nedenle Işık’la ilgili teknik takibe 1, 5ay sonra son
verilmişti.
233
İstanbul Emniyeti’nin Işık hakkında teknik takip destekli projeli çalışma yürüttüğü
ve suç unsuru bulamayarak kapattığı soruşturma dosyası 12 Mart ile 27 Nisan 2009
tarihleri arasında yürütülmüştü. KOM Narkotik Şubesi’nin yürüttüğü
soruşturmanın da şüphelisi olan Işık’ın aynı tarih aralığını kapsayan dönemdeki
dinleme kayıtlarıyla ilgili, İstanbul emniyetinin aksine Hüseyin Rıza Işık’a ait 11
adet suç unsuru olduğu iddia edilen telefon görüşmesi emniyet müdürleriyle
birlikte tutuklanmasına neden olan dava dosyasına konulmuştu. Yani hukuken aynı
kişiyle ilgili çalışma yürüten İstanbul ve Ankara polisinden birisi adli makamları
yanıltıyordu. Ya bir suç gizleniyor ya da olmadığı halde suç uyduruluyordu. Öte
yandan İstanbul polisinin suç unsuru tespit edemediği bu döneme ilişkin KOM
Dairesi ekiplerinin yürüttüğü çalışma sırasında, “önemli gelişmeler olduğunu” adli
makamlara bildirerek Ankara 11. ACM’den uyuşturucu üretildiği iddia edilen 4
adet kimya fabrikasına gizli izleme kararı almıştı. Bu karar uyarınca yapılan
çalışmalarda da fabrikalar görüntülenerek takipler yapılmış, suç unsuru görüşmeler
tespit edilmiş ve bilgiler dava dosyasına da konulmuştu. Ancak KOM Dairesi bu
suç tespitlerini ne İstanbul polisine ne de İstanbul adli makamlarına bildirme gereği
duymamıştı.
Uyuşturucu sevkıyatı var sanık yok
KOM Daire Başkanlığı Narkotik Şube polislerinin yaptığı teknik ve fiziki takipler
sonunda hazırladığı 17 Mayıs 2009 tarihli iki ayrı rapor ve tutanakta da garip bir
olay yer alıyordu. Raporlara göre, polis müdürlerini tutuklatan operasyondan
yaklaşık 4 ay önce 16 Mayıs 2009’da Hüseyin Rıza Işık’ın, Fırat isimli bir kişiyle
yaptığı ve dava dosyasında şüpheli olduğu belirtilen bir telefon görüşmesi
dinlemeye takılmıştı. Bu görüşmenin ardından yine teknik takip altında bulunan
Mustafa Kulak, uyuşturucu imalatı yapıldığı öne sürülen izlenen fabrikadan çıkarak
yakın civarda Sebahattin Akdemir isimli kişiyle bir otomobil içinde görüşmüştü.
Raporda, yaklaşık 10 dakika süren bu görüşmenin ardından tekrar fabrikaya geldiği
belirtilen Kulak’ın uyuşturucu maddesi Captagon ve Extacy tabletlerinin ana
maddesini alıp şüpheli Sebahattin Akdemir’e verdiği anlatılıyordu. Bu teslimat
üzerine uyuşturucu maddenin başka bir imalathaneye götürülerek tablete
dönüştürüleceği değerlendirmesi üzerine polis Akdemir’in kullandığı 34VA 4435
plakalı aracı takibe başladı. Ancak rapora göre Akdemir, Kocaeli Karamürsel’de
kaybedilmişti. Bu olay üzerine de Ankara 11. ACM’den Akdemir’in telefonları için
de teknik takip kararı alınmıştı. Zanlı polis müdürleri savunmalarında bu olayla
ilgili suç işlenerek ilgili polislerin görevlerini kötüye kullandığını öne sürüyordu.
Yasalar uyarınca kolluk birimlerinin bir suçu gördüğü an bunu bertaraf etmek
zorunda olduğunu belirttikleri savunmalarında polis müdürleri, özellikle
uyuşturucu operasyonlarında polisin menfaat temin etmesinin önüne geçmek için
234
1990’lı yılların sonlarında hayata geçirilen 4208 sayılı kanunla kontrollü teslimat
uygulaması getirildiğini anlatıyordu. Yasaya göre kolluk kuvvetlerinin suçu
gördüğü anda bertaraf etme mecburiyetinin bir istinası olarak düzenlenen bu
uygulamada, savcılıktan alınacak bir kararla suç eşyasının gideceği son yere kadar
takip edip tüm suçluların yakalanması hedeflenmişti. Türkiye’de sadece Ankara
Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan alınabilen kontrollü teslimat kararının alınabilmesi,
uygulaması ve koordinesinden ise sadece KOM Daire Başkanlığı yetkiliydi. Ancak
ilginçtir yukarıda anlatılan olayla ilgili, hem de bir uyuşturucu suçu soruşturması
yürütmesine karşın KOM Daire Başkanlığı Narkotik Şube ekipleri kontrollü
teslimat kararı almamıştı. Dava dosyasına da konulan fiziki takip tutanağına göre
Hüseyin Rıza Işık’a ait uyuşturucu imal edildiği öne sürülen fabrikadan, polisçe
bilinen kişiler tarafından yüklü miktarda uyuşturucunun çıktığı görülmüş, bir araca
yüklendiği tespit edilmiş ama suçüstü yapılıp operasyon düzenlenmemişti.
Uyuşturucunun naklinde kullanılan plakası bilinen ve takip altındaki araç Kocaeli
Karamürsel’e kadar takip edilmiş ancak kontrollü teslimat kararı alınmamıştı.
Takip edilen uyuşturucu yüklü olduğu düşünülen ve Karamürsel’de bir adrese
kadar takip edilen araç ortadan kaybolunca da takibe son verilmişti. Ancak buna
rağmen, uyuşturucunun çıktığı öne sürülen Işık’a ait fabrikaya da yönelik bir
operasyon yapılmamıştı. İlginçtir, raporlarda sözkonusu olay uyuşturucu sevkiyatı
olarak anılsa da uyuşturucuyu kaçırdığı ve piyasaya sürdüğü iddia edilen
Kocaeli’ndeki şüpheliler hakkında başlatılan telefon izleme ve dinleme
çalışmalarına da 18 Ağustos 2009’da suç unsuru bulunamadığı gerekçesiyle son
verilmişti. Dava dosyasına konulan raporlarda uyuşturucu madde üretimi ve
sevkiyatı yapılmasına örnek olarak anlatılan bu olayla ilgili şüphelilerin hiçbirisi
ise dava dosyasında sanık olarak yer almıyordu. Hüseyin Rıza Işık’ın yanında
çalışanlara da, operasyonlardan sonra gözaltına alındıklarında bu konuyla ilgili
alınan ifadelerinde tek bir soru dahi sorulmamıştı.
Gaziantep’te serbest kaldı İstanbul’da tutuklandı
Yine polis müdürlerinin dava dosyasında ilintili olaylar arasında bulunan
ilginçliklerden biri de 13 Ağustos 2009’da Gaziantep’te Mehmet Özcan Turna’ya
ait bir araçta 302 kilo laktoz ve kafein yakalanmasıydı. Soruşturma dosyasında yer
alan fiziki ve teknik takip tutanakları ile raporlara göre Hüseyin Rıza Işık’ın
uyuşturucu imal edildiği iddia edilen kimya fabrikasından Mehmet Özcan
Turna’nın uyuşturucu almıştı. İddiaya göre uyuşturucu maddeyi “üstü açık kasa bir
kamyonete” yükleyen Turna Sakarya, Düzce, Bolu, Ankara, Aksaray, Niğde ve
Adana güzergâhını izleyerek Gaziantep’e dek götürmüştü. Gaziantep polisi de il
merkezinde Turna’yı yakalamıştı. Ancak mahkemeye sevkedilen Turna serbest
bırakılmıştı. Çünkü kamyonette yapılan aramada bulunan uyuşturucu değil 302 kilo
235
kafein ve laktozdu. Takibi yapan ekiplerin kaleme aldığı fiziki takip tutanaklarında
ve iddianamede yazıldığına göre takip esnasında aracın bir ara gözden kaybolduğu
ve bu nedenle uyuşturucu maddenin değişmiş olabileceği imasında bulunuluyordu.
İddianameye göre laktoz ve kafeinle değiştiği öne sürülen uyuşturucu maddenin
Hüseyin Rıza Işık’a ait kimya fabrikasında üretildiği tespit edilmişti. Ancak bu
tespite rağmen operasyon yapılıp kimse gözaltına alınmadığı gibi uyuşturucu
madde Özcan Turna’nın açık kasa aracına yüklenmişti. İlginçtir bu yükleme işlemi
esnasında da suçüstü yapılıp kimse yakalanmamıştı. İzlemeyi yapan ekiplerin daha
büyük bir operasyonu engellememek için böyle bir uygulamaya gittiği
düşünülebilir. KOM Daire Başkanlığı polislerinin kontrollü teslimat kararı almadan
takip ettiği ve uyuşturucu yüklü olduğu iddia edilen kamyonetiyle 7 kent geçerek
Gaziantep’e kadar gelen şüpheli Turna hakkında, mevzuata ve yasalara aykırı
olmasına karşın İstanbul olmak üzere güzergâh üzerindeki hiçbir emniyeti ve adli
makamlarına bilgi verilmemişti. KOM polislerinin, Gaziantep Emniyeti’ne verdiği
bilgi üzerine de Turna yakalanmıştı. Ancak Gaziantep polisinin düzenlediği
tutanakta ise yakalamanın şüphe üzerine yapılan arama sonucu gerçekleştiği
yazılmıştı. Dava dosyasında uyuşturucu sevkiyatı olarak anlatılan bu olaydan sonra
dahi Işık ve ekibi ile uyuşturucu üretildiği öne sürülen fabrikasına yönelik herhangi
bir operasyon düzenlenmemişti. İlginçtir, bu olayın şüphelisi olarak görülen ve
mahkemeden serbest kalan Mehmet Özcan Turna ise, polis müdürlerinin de
zanlıları arasında yer alan 9 Eylül 2009’da yapılan operasyonun dava dosyasıyla
ilgili 3 ay sonra, 31 Aralık 2009’da gözaltına alınmıştı. Gaziantep’te çıkarıldığı
mahkemeden serbest kalan Turna aynı suçlama nedeniyle, İstanbul’da yürütülen
kovuşturmada ise avukatı olmadan sanık olarak ifadesinin alınmasının ardından
tutuklanarak cezaevine konuldu. İstanbul’dan aldıktan sonra 7 kent geçerek
Gaziantep’e giden Turna’nın aracında yapılan aramada bulunamayan
uyuşturucunun akıbeti ise meçhul kalmıştı.
Sabıkalılar değil polisler izlendi
Eylül ayı başında ise birden bire soruşturmayı yürüten KOM Dairesi ile Ankara
Savcılığı arasında çok hızlı bir evrak sirkülasyonuyla, alelacele soruşturmanın
İstanbul’a devredilmesi için gereken hazırlıkların yapıldığı ilginç bir takım
gelişmeler yaşanmaya başlamıştı. 04 Eylül 2009’da Ankara Cumhuriyet Baş
Savcılığı KOM Daire Başkanlığı’ndan, polis müdürlerini tutuklatan 2008/768 sayılı
dava dosyasına ait soruşturma evrakında bulunan tüm telefon izleme ve dinlemeler
ve görüntü kayıtları ile tutanakları incelenmek üzere istemişti. KOM Daire
Başkanlığı da bu talebi aynı gün yerine getirirken aynı zamanda “gizli görüşmelerin
yapıldığı çok önemli bir yer” diye belirtilerek 12 Mart 2009’da izleme kararı
aldırılan Habib Kanat’a ait olan Ataşehir’ deki bir evin gizli izlemesine son
236
verilmişti. Yine aynı gün, Hüseyin Rıza Işık’a ait olan ve 15 Nisan 2009’dan
itibaren uyuşturucu imalathanesi olduğu iddiasıyla takip altında bulundurulan
fabrikayla ilgili gizli izleme kararı da sonlandırılmıştı. 4 Eylül 2009 günü trafiğinde
yer alan bir başka isim de dava dosyasında üretildiği iddia edilen uyuşturucunun
yurt dışına gönderilmesinden sorumlu tutulan çete lidereri arasında sayılan Şevket
Hidayet ile Nazır Koja ve Mehmet Kestane ilgiliydi. Bu üç şüpheli hakkında 12
Haziran 2009’da Ankara 11. ACM’den alınan gizli izleme kararına, soruşturmayla
ilgili haklarında herhangi bir suç unsuru bulunamadığı gerekçesiyle son verilerek o
güne dek yapılan kayıtları da imha edilmişti. KOM Daire Başkanlığı ekiplerinin
hakkında suç unsuru bulamadığı Şevket Hidayet, İstanbul polisinin operasyon
yaptığı 9 Eylül 2009 günü sırra kadem basarak açılan davanın firari sanığı olacaktı.
KOM Dairesi ile Ankara Savcılığı arasındaki yoğun evrak trafiğinin yaşandığı 4
Eylül 2009 günü aralarında Hidayet ailesinin üyelerinin de bulunduğu toplam 13
kişiye ait telefon hatlarının teknik takibine de son verilmişti. KOM Dairesi
Narkotik Şube ekipleri, birçoğu daha önceden uyuşturucu madde kaçakçılığından
defalarca yakalanan ve sabıkaları bulunan soruşturma dosyasının ana şüphelisi
durumunda olanlar ile uyuşturucu imalathanesi olduğu iddia edilen yerlerin gizli
izleme ve teknik takip takiplerine son verirken polis müdürleri Murat Nemutlu ve
Mustafa Aral’ın gizli izleme ve teknik takip tedbirlerini ise devam ettirimişti. Hatta
bu evrak trafiğinin yaşanmasından iki gün önce, KOM polisleri 2 Eylül 2009’da
polis müdürü Mustafa Aral’ın teknik takibi mahkeme kararıyla uzattırmıştı.
Savcı hızlı çıktı
Ankara’dan bir polis memuru kuryeyle gönderilen 9 adet CD, yaklaşık 1,5 yıllık
telefon dinleme kayıtları ile 7 klasörlük dosyayı kapsayan soruşturmanın
İstanbul’daki savcısı Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı tarafından Mehmet Berk
olarak tayin edilmişti. Hanefi Avcı’nı kitabına göre yine cemaat oyunuyla görevdin
olan ve tutuklanan Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal’ın soruşturmasını da
yürüten savcı olan Mehmet Berk aynı zamanda Balyoz davasının da soruşturma
savcılığını yaparken bu görevden alınmıştı. Polis müdürlerinin zanlıları arasında
bulunduğu dosyanın, görevli 20 den fazla savcı arasından kendisinin seçilmesini
daha önce de Sakarya Emniyet Müdürü Faruk Ünsal’ın davasına baktığı için
olabileceğini belirten Savcı Mehmet Berk, iddiasına göre polislerin önceden
kendisini dosya hakkında bilgilendirdiğini de söylüyordu.113 Savcı Berk, aynı gün
bir kaç saat içinde binlerce sayfayı incelemeyi başararak Ankara’dan 6 şüpheliyle
gelen dosyadaki zanlı sayısını da 23’e çıkardı. Ankara’dan gelen ve yaklaşık bir yıl
süren soruşturma dosyasında Hüseyin Rıza Işık örgüt lideri Habib Kanat ise örgüt
113 Star Gazetesi, 30 ağustos 2010. Şamil Tayyar: “Savcı Açtı Ağzını Yumdu Gözünü”
237
üyesi olarak gösterilmişti. Ancak dosya Savcı Berk’e teslim edildikten bir gün
sonra bu kez Habib Kanat örgüt lideri oluvermişti. İşler o kadar hızlı yürüyordu ki
Savcı Berk gerekli evrakları ve yazışmaları da yapıp hâkimden tüm şüphelilerin ev
ve iş yerlerinde arama yapılmasını, suç konusu eşyalara el konulmasını,
yakalanmalarını, suç unsuru olursa el konulmasını kapsayan bir karar da
çıkarttırmıştı. Sözkonusu hâkim kararının gönderildiği İstanbul polisi de aynı
günün gecesi operasyon yaparak zanlıları gözaltına alıyordu.
30 ton denildi 500 gram uyuşturucu çıktı
9 Eylül 2009 günü soruşturmanın tamamlayan polis operasyon için düğmeye
basarak ve seri baskınlar gerçekleştirdi. Zanlılar tarafından uyuşturucu üretiminde
kullanıldığı öne sürülen iki fabrika, bir depo ve depo/ imalathane olarak kullanılan
inşaatta yapılan aramalarda iddianameye göre toplam 446 kg amfetamin ile
amfetamin ve türevlerinin sentezinde kullanılan toplam toplam 9 ton 65 kg 300
gram kimyasal madde ele geçirildi. Uyuşturucu olduğu ya da uyuşturucu
üretiminde kullanıldığı iddia edilen yüklü miktardaki bu kimyasalların Adli Tıp
Kurumu laboratuarında yapılan incelemeleri sonucu hazırlanan rapor 2010 Ekim
ayında yapılan davanın 2. duruşmasında mahkeme dosyasına girmişti. Raporda da
iddianamede yazanın aksine ele geçirildiği iddia edilen saf bir uyuşturucunun
olmadığı, içlerinde piyasadan kolaylıkla temin edilebilen birçok yasal maddenin de
bulunduğu ve yine yasal kimyasal maddelerle karıştırılmış homojen olmayan 50
litrelik bir sıvının içinde piyasa değeri 800 lira olan toplam 530 gram amfetamin
etken maddesini içerir sıvı bir maddenin bulunduğu belirtiliyordu. Konuyla ilgili
polis ve savcılığın verdiği bilgilere dayanılarak yazılan medyada çıkan haberlerde
ise, 200 milyon captagon hap yapmaya yetecek miktarda 36 ton Amfetamin
maddesi ele geçirildiği yazılmıştı. Aslında Adli Tıp Kurumu’nun incelemesinden
önce Emniyet Kriminal laboratuarında yapılan incelemeleri sonucu hazırlanan ve
benzer tespitler içeren 27 Ekim 2009 tarihli raporlar daha 14 Ocak 2010’da
açıklanan iddianame hazırlanmadan önce savcılığa ulaştırılmıştı. Ancak Savcı
Berk, emniyetin raporunda 473 gram olarak belirtilen uyuşturucu amfetamini
iddianamesine “yanlışlıkla”, “…toplam daralı ağırlığı 473 kg.150 gr. (net ağırlığı
446.100 gr.) gelen uyuşturucu amfetamin maddesi…” diyerek yazmıştı.
Bu arada Erivan operasyonu kapsamında yürütülen soruşturmada 3 Kasım
2008’den itibaren telefonları için dinleme, 29 Aralık 2008’de de gizli izleme kararı
alınan Hüseyin Rıza Işık, polis olay tutanağı ve iddianamedeki değerlendirmelere
göre, kendisine ait kimya fabrikasındaki yasadışı uyuşturucu üretime 19 Kasım
2008’de başlamıştı. Dava dosyasına da konulan çeşitli tarihlerde yapılan ve kayıt
altına alınan telefon konuşmalarına göreyse; “29 Kasım 2008’de Hüseyin Rıza Işık,
238
Settar Gürlek, Gül Çetintaş ve Mustafa Fehmi Okay arasındaki telefon
görüşmelerinden 60 kg civarında yasadışı mal üretildiği; 2 Aralık 2008’de Settar
Gürlek ve Hıdır Mehmet Murat Özdemir arasındaki telefon görüşmelerinde kimya
fabrikasında üretilen 430 kg uyuşturucu malzemeyi Emin isimli şahsa verdikleri;
02 Aralık 2008’de Mustafa Fehmi Okay ve Mehmet Naci Altaç arasındaki telefon
görüşmelerinde bu kimya fabrikasında 240 kg uyuşturucu üretimi yapıldığı; 20
Aralık 2008’de Hüseyin Rıza Işık ve Naci Altaç arasındaki telefon görüşmelerinde
75 kg uyuşturucu maddeden bahsedildiği; 24 ve 25 Aralık 2008 tarihinde Settar
Gürlek, Naci Altaç ve Hüseyin Rıza Işık arasındaki telefon görüşmelerinde
belirtilen kimya fabrikasındaki yasadışı 75 kg uyuşturucu üretildiği”
değerlendiriliyordu.
Yani bu konuşmalara ve değerlendirmelere bakarak toplamda 805 kg yasadışı
uyuşturucu üretildiği tespit edilmişti. Zanlılar teknik takip altında bulunmalarına ve
uyuşturucu ürettikleri de tespit edilmesine karşın ne adli makamlar bilgilendirildi
ne de suçüstü operasyonu yapıldı. Hatta iddialar doğruysa bu nedenle üretilen 805
kilogram uyuşturucu piyasaya sürülmüştü. Bu miktar davaya konu olan
soruşturmada ele geçirilen uyuşturucunun çok fazla üzerindeydi ama
bulunamamıştı.
Çete lideriyken tanık oldu
Erivan soruşturmasında telefonları teknik takip altında bulundurulanlardan biri de,
uyuşturucu ticareti yaptığı öne sürülen şebekenin lideri/organizatörü diye anılan
Osman Çelik’ti. Polisin, Erivan soruşturmasıyla ilgili savcılığa gönderdiği telefon
dinlenmesi talep yazısında uyuşturucu ticareti yaptığı öne sürülen şebekenin
lideri/organizatörü diye anılan Osman Çelik, polis müdürlerinin sanıkları arasında
olduğu soruşturmanın da tanığı olacaktı. 10 ayrı telefonu 28 Kasım 2008’ dek takip
altında bulundurulup dinlenen Çelik ile Süleyman Akdemir isimli zanlılar arasında
geçen görüşmelerde aynı zamanda Akdemir’in eniştesi olan Şevket Hidayet ile
irtibat olduğu tespit edilmişti. Hatta Hidayet ile Suriye’de bulunduğu anlaşılan
kayınbiraderi Süleyman Akdemir arasında uyuşturucu parasının bölüşümünden
kaynaklanan bir sorun bulunduğu ve Osman Çelik’in de bu ihtilafı göndermek
üzere devreye girdiği yapılan dinlemelerden tespit edilmişti. Dinlemelerden Hebo
diye anılan Habib Kanat’ın da hemşerisi olan Şevket Hidayet'le bağlantısının da
deşifre edildiği iddia ediliyordu.
Üç emniyet müdürünün tutuklandığı soruşturmada Çelik’le beraber, bazıları polis
olan 12 kişinin tanıklığına başvurulmuştu. 11 kişinin tanık ifadesi soruşturmayı
yürüten Savcı Mehmet Berk tarafından alınırken, ilginç bir şekilde Osman Çelik’in
ifadesi ise savcı yerine polis tarafından ve yanında avukatı yokken alınıyordu.
Habib Kanat’ı tanımayan ve daha önce hiç görmeyen Çelik ifadesinde, tanıdığını
239
söylediği Şevket Hidayet ve akrabası Süleyman Akdemir arasındaki bir para
alışverişinden ötürü yaşanan ihtilafı çözmek için arabulucuk yaptığını söyledi.
Çelik’e, 7 Ekim 2008’de Süleyman Akdemir’le bu ihtilafı çözmek için yaptığı ve
kayıt altına alınan telefon görüşmesiyle ilgili sorular da soruldu. Konuşmalarda
Şevket ve ağabeyi Halil Hidayet’in Suriye’ye giderek Süleyman Akdemir’le
görüştüğünü belirten Çelik, “Benim de bir kez Suriye’de Süleyman'ın yanında
tanışmış olduğum ve ‘Ağa’ olarak bildiğim uyuşturucu kaçakçılığı yaptığını
duyduğum şahıs da yanlarındaymış. Süleyman Akdemir geçmişte yüzyüze
yaptığımız görüşmelerde bana Şevket Hidayet’in uyuşturucu kaçakçılığı işleri
olduğunu ve İstanbul’da olan hemşerisi Habib isimli kişiyle bu işi yaptıklarını
söylemişti. Habib’den aldığı uyuşturucuları Arap ülkelerine gönderen Şevket
Hidayet’in bu nedenle Habib’e 7-8 milyon dolar da borcu olduğunu Süleyman
Akdemir bana söyledi. Habib’in arkasında güvendiği bir yerlerin olduğunu,
arkasında devletin olabileceğini de söyledi” dedi. Habib’i tanımadığını sadece
ismini duyduğunu belirten Çelik, “Bundan 3-4 ay önce yapılan uyuşturucu
operasyonu ile ilgili gazetelerde uyuşturucu baronu olarak Habib Kanat ismini
okuyunca ve arkasında Emniyet Müdürleri olduğunu görünce Süleyman'ın bana
bahsettiği, Şevket Hidayet’in borçlandığı ve ‘arkasında devlet var’ dediği Habib’in
bu kişi olduğunu anladım” diyerek kendisinin nasıl tanık olduğunu da açıklamış
oluyordu.
Çelik’in ifadesinde, tanımadığı ancak basına yansıyan haberlerden sonra Süleyman
Akdemir’in telefonda bahsettiği kişinin Habib Kanat olduğunu anladığını
söylerken, sözkonusu telefon görüşmesinin diğer muhatabı olan Süleyman
Akdemir’e bu konuyla ilgili soru yöneltilmemişti. Davayla ilgili 16 Şubat 2010’da
tutuklanarak cezaevine konulan ve Habib Kanat’ı da tanıyan kişi konumunda
bulunan Akdemir, tutuklu olduğu için istenildiği anda ifadesine
başvurulabilecekken onun yerine Kanat’ı tanımayan Çelik’in ifadesi alınıyordu.
Zanlı polis müdürleri savunmalarında bu çelişkili durumla ilgili olarak, Habib
Kanat’ı hiç tanımadığı bilinen Osman Çelik’in bizzat soruyturmayı yürüten
polislerce bu şekilde ifade vermesi için yönlendirildiği imasında bulunuyordu.
Şüphelisi olduğu davanın tanığı da oldu
Soruşturmada tanık olarak ifadesi alınanlardan biri de, sözkonusu uyuşturucu
operasyonuyla ilintili bir soruşturmada tutuklanan Serkan Kaymakçı’ydı. Dinlenen
telefon konuşmalarına göre, daha önce KOM Dairesi Narkotik Şubesi’nin bir
operasyonuyla yakalanan ve hüküm giyen sabıkalı Serkan Kaymakçı’nın Hüseyin
Rıza Işık’la irtibat kurduğu ve uyuşturucu alacağı tespit edilmişti. Kaymakçı’nın
yolu bir kez daha, geçmişte kendisinin tutuklanmasına neden olan Emin Arslan,
Murat Nemutlu ve Mustafa Aral ile operasyona neden olan ihbarı yapan Habib
240
Kanat’la da kesişmişti. Hepsiyle de arasında husumet vardı. Sanık polis müdürleri
Murat Nemutlu ve Mustafa Aral’ın iddiasına göre de, bu husumet çıkar karşılığı
kullanılmıştı.
2001 yılında Habib Kanat, Emin Arslan’la aralarında yıllar sürecek bir arkadaşlığı
da başlatan şikâyeti için İstanbul Asayiş Şube Müdürlüğü’ne başvurmuştu. Daha
önce fidye amaçlı olarak kendisini Bulgaristan’da kaçıran “Tilki” lakaplı Selim
Gezer tarafından tehdit edildiğini öne sürüyordu. Şikâyet dilekçesi verirken
tanıştığı Ahmet Akpak isimli gazetecinin aracılığıyla da Habib Kanat kendini
Ankara’da KOM Daire Başkanı Emin Arslan’ın karşısında buldu. Selim Gezer’in
tehditlerini anlatan Kanat, aynı zamanda uyuşturucu ticaretiyle ilgili bilgiler de
veriyordu. Böylece kendisini emniyetin uyuşturucu muhbiri yapan süreç de
başlamış oldu. Arslan verdiği bilgiler üzerine Habib Kanat’ı, o dönemde KOM
Narkotik Şubesi’nde, görevleri gereği muhbirlerle görüşmeye yetkili Operasyon
Bürosu’nun amirleri olan ve Murat Nemutlu ve Mustafa Aral’a yönlendirir Verilen
bilgiler doğrultusunda da birkaç yıl içinde önemli operasyonlar yapılsa da Kanat,
bu operasyonların karşılığında ihbarcılara devlet tarafından verilen parayı almayıp
isminin de gizli kalmasını istedi.
Kanat’ın verdiği bilgilerle yapılan, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral’ın da katıldığı
operasyonlardan biri de, 2003 yılında Kayseri’de gerçekleştirilen Serkan
Kaymakçı’nın da yakalandığı Erciyes operasyonudur. Teyzesinin oğlu olan Selim
Gezer’in uyuşturucu çetesine yönelik yapılan Erciyes adı verilen operasyonda
yakalanan Kaymakçı 12 yıl 6 ay hapis cezası almıştı. Selim Gezer ve Kaymakçı bu
olaydan ötürü, muhbirlik yaptıklarını düşündüğü Habib Kanat’ı suçluyordu. Daha
önce de yine uyuşturucu suçlamasıyla yakalanmış olan Kaymakçı bir kez daha
cezaevine girdikten 2 yıl sonra 2008 Kasım’ında tahliye edildi. Birkaç ay sonra da,
üniversitede öğrenci olduğu sırada hocasıyken, birlikte uyuşturucu işine girdiği
kendisi gibi sabıkalı olan Hüseyin Rıza Işık’la irtibat kurdu. Işık’a 6 bin dolar veren
Kaymakçı, bu paranın karşılığında uyuşturucu hammaddesi olarak kullanacağı
Amfetamin alacaktı. Işık’ın, 30 Mayıs 2009’dan itibaren dinlemeye alınan
telefonunu arayan bu kişinin kimliğini araştıran polis, uyuşturucudan sabıkası olan
Serkan Kaymakçı’nın bilgilerine ulaşacaktı. Telefonlarının dinlendiğinden habersiz
olan iki eski sabıkalı, 7 Haziran 2009 günü buluştu. İstanbul Kurtköy’deki
buluşmaya arkadaşı Adnan Suzhun’la giden Kaymakçı aldığı 6 kilo 190 gram
olduğu belirlenen amfetaminle yola çıktıktan sonra Çamlıca gişeleri çıkışında polis
kontrolünde yakalandı. Ancak diğer soruşturmanın deşifre edilmemesi için, rutin
bir kontrol sırasında yakalandığı izlenimi verilen Kaymakçı ve Suzhun gözaltına
alındı. Daha sonra sonra sevkedildikleri Üsküdar Cumhuriyet Savcılığı’nda
Kaymakçı tutuklanırken, Suzhun tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakıldı.
Kaymakçı’nın ifadelerinde amfetamini aldığını söylediği Hüseyin Rıza Işık 18
Haziran 2009’da gözaltına alınsa da çıkarıldığı savcılıkta tutuksuz yargılanmak
241
üzere serbest bırakıldı. 25 Haziran 2009’da da Işık, Kaymakçı ve Suzhun hakkında
dava açıldı.
Kaymakçı’nın ifadelerini KOM Dairesi mi hazırladı?
Serkan Kaymakçı, emniyet müdürlerinin de dâhil edildiği soruşturma kapsamında,
şüpheli olarak ifade verdi. İddianame hazırlanmadan iki hafta önce 30 Aralık 2009
günü avukatı olmadan savunmasını yapan Kaymakçı’nın savcı tarafından tanık
olarak da ifadesine başvuruldu. Kaymakçı 1996’da akrabası olan Selim Gezer’in
yanında Bulgaristan’dayken Habib Kanat’la tanıştığını belirterek, “Habib’le Selim
1998 yılından itibaren birlikte amfetamin işi yaptılar. Habib’in ya ortak olarak ya
da satın alma yoluyla Selim'den amfetamin temin ettiğini, Türkiye'ye ve Arap
ülkelerine sevk ettiğini biliyorum. 1999 yılı gibi ya Habib artık Selim’le çalışmak
istemedi ya kendisine başka bir ortak buldu bilemiyorum, ancak bir kırılma noktası
oldu. Araları bozuldu, parasal anlaşmazlığa düştüler. Ben o sırada
İstanbul'daydım. Habib Kanat'ın kaçırılma olayını duydum, ancak bu gün bile
sorduğumda Selim Gezer kaçırma olayını kendisinin yaptırmadığını, Habib
Kanat'ın da onun yaptığını iddia ettiğini biliyorum. Habib'in bu olaydan sonra
Bulgaristan'la irtibatı kesildi” dedi. Şevket Hidayet ve ailesinin uyuşturucu
piyasasında her zaman adı geçen kişiler olduğunu belirten Kaymakçı, “Habib
Kanat’ın da Emniyetle olan bağlantılarını bilmem. Hüseyin Rıza Işık’la amfetamin
piyasası içerisinde olan Habib Kanat arasında nasıl bir ticari ilişki gelişti
bilemem” diye konuştu. Captagon üretiminin hammaddesi olan amfetamini
Hüseyin Rıza Işık’tan aldığını itiraf etmesine karşın Savcı Mehmet Berk
iddianamede Kaymakçı için, “Amfetamin maddesini Hüseyin Rıza Işık'tan alması
dışında soruşturma dosyası şüphelileriyle örgütsel ilişkisine ve dosyamız
kapsamında yapılan operasyonda ele geçirilen uyuşturucuyla irtibatına dair bir
delil ve iddia bulunmadığından, yakalattığı amfetaminden ötürü de hâlihazırda
yargılandığından hakkında soruşturma dosyamızda ek kovuşturmaya yer
olmadığına dair karar verilmiştir” diyerek takipsizlik kararı verdi. Savcı Berk,
mahkemenin dosya birleştirme kararı vermesi halinde de Kaymakçı hakkında etkin
pişmanlık hükümlerinin dikkate alınmasını istedi. Ancak Kaymakçı’nın etkin
pişmanlıktan faydalanma hakkı yoktu. Polis müdürleri Murat Nemutlu ve Mustafa
Aral’ın, yaptıkları savunmalarda en çok üzerinde durdukları konulardan biri de
buydu. Sanık polis müdürleri olayla ilgili telefon dinleme kayıtları, fiziki takip
belgeleri ve görüntüleri olmasına karşın soruşturmayı yapan Üsküdar savcılığından
gizlenerek adil bir yargılama yapılmasının engellendiğini öne sürdü. Işık’a ait
fabrikaya baskın yapılmayıp iddialar doğruysa uyuşturucu üretimine devam
edilmesine göz yumulduğunu savunan Nemutlu ve Aral savunmalarında, “Olayı
başından sonuna dek bilen KOM Daire Başkanlığı Serkan Kaymakçı’ ya ait aracın
242
bagajında yakalanan uyuşturucu maddenin içinde bulunduğu ve Mustafa Kulak ile
fabrikada çalışan diğer şahısların parmak izlerinin bulunabileceği poşetler
üzerinde parmak izi, DNA araştırması gibi hiçbir kriminal inceleme dahi
yaptırmamıştır. Oysa aynı KOM Daire Başkanlığı bizlerin uyuşturucuyla, bahsi
geçen kimya fabrikalarıyla ve suç organizasyonuyla hiçbir alakalarının olmadığını
bilmelerine rağmen, cezaevindeyken kan numunelerimizi aldırarak fabrikayla ilgili
DNA ve kriminal inceleme yaptırmışlardır. Bu da KOM Dairesinin bize karşı olan
hasmane ve art niyetli tutumu açıkça ortaya koymaktadır” diyorlardı.
Sanık polis müdürlerinin, Serkan Kaymakçı’nın operasyonu yapan polis tarafından
kullanıldığı ve KOM Dairesinin de pazarlık yaptığı gibi daha ciddi iddiaları da
vardı. İddiaya göre Kaymakçı rutin bir trafik uygulanmasında yakalanmış gibi
gösterilerek etkin pişmanlık hükümlerinden faydalanması sağlanacak, KOM
Dairesinin belirlediği kişilere ve amacına yönelik şekilde ifade verirse de ceza
almadan kurtulacaktır. Ancak Üsküdar Ağır Ceza Mahkemesi’nin tutuklamasıyla
bu planın bozulduğunu savunan Nemutlu ve Aral iddialarını şöyle dile getirdi:
“KOM Daire Başkanlığı Serkan Kaymakçı‘yı kurtarabilmek için daha başka yasa
dışı yöntemler uygulamaya koymuştur. Tutuklanmamıza neden olan operasyondan
3 ay sonra 29 Aralık 2009’da Kaymakçı’nın tutuklu bulunduğu Maltepe Cezaevine
soruşturmayı yürüten KOM Daire Başkanlığı ve İstanbul Narkotik Şube’de görevli
Emniyet Amiri Murat Çelik ile polis memurları KOM Narkotik Şube
Müdürlüğü’nde görevli Gani Kuştutan ve İstanbul Narkotik Şube Müdürlüğü’nde
görevli Yalçın Atal gitmiştir. Bu polisler Kaymakçı ile bir mülakat yapıp bunu
tutanağa bağlamışlardır. Serkan Kaymakçı bu mülakatın ertesi günü 30 Aralık
2009’da dava dosyamıza ait iddianameyi hazırlayan Savcı Mehmet Berk’e yanında
avukatı dahi olmadan şüpheli ve tanık sıfatıyla ifade vermiştir. Bu ifade de
yakalattığı uyuşturucu maddenin nereye gideceği, yakalanan bu uyuşturucuyla ne
yapılacağından ziyade bir gün önce mülakat yaptığı polislerin ona dikte ettirdiği,
yönlendirdiği şekilde bir beyanda bulunmuştur. Nitekim bu ifadenin mükâfatı
olduğunu düşündüren bir şekilde Serkan Kaymakçı takipsizlik kararıyla dosyamızın
kovuşturmasından çıkarılmak istenmiştir.”
Kanat ve Hidayet’ten 500 bin doları kimler istedi?
Serkan Kaymakçı’nın gözaltına alınıp tutuklandığı olayı izlemek üzere KOM
Dairesi Narkotik Şube ekipleri de İstanbul’daydı. Aynı tarihlerde hem telefonları
dinlenen hem de fiziki takip altında bulundurulan polis müdürleri Murat Nemutlu
ve Mustafa Aral bir meslektaşlarının düğünü için 13 -14 Haziran 2009 günlerinde
İstanbul’a gelmişti. İki polis müdürü soruşturmanın baş şüphelisi konumundaki
Habib Kanat’la telefonla konuşmuşlar hatta buluşmuşlardı. Ancak bu telefon
konuşmaları, polis tarafından dinlenip kayıt altına alınıyor olmasına rağmen dava
243
dosyasına konulmamıştı. Polis müdürlerinin iddiasına göre konuşmaların içeriği,
davanın seyrini tümden değiştirebilirdi. Çünkü Habib Kanat devletin imkânlarını
kullanan bazı kişilerin haber gönderdiklerini, yürütülen bir uyuşturucu
operasyonuna Hidayet ailesi ile birlikte adının karıştırıldığını ve kurtulması için
500 bin dolar para istendiğini söylüyordu. Kanat, kendisine bu bilgiyi verenin
hemşerisi Coşkun Karabaşoğlu olduğunu onun da yine Kilisli bir avukat olan
Muammer Fazlı Ağaoğlu’nun aracılığını yaptığını da anlattı. İddialarına göre aynı
teklifin Hidayet ailesine de gittiğini belirten Kanat, para verilmediği takdirde
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan’ın dahi kendisini
kurtaramayacağının söylendiğini de takip altında bulundurulan telefonlarından
zanlı polis müdürlerine söz konusu operasyondan aylar önce aktardı. Kanat’a,
yürütülen soruşturmanın detaylarına ilişkin bilgiler de verilmişti. Kanat kendisine
düşmanlık besleyen Selim Gezer ile polis ya da jandarma içinden suça bulaşan bir
grubun olabileceğini de söylüyordu. Kanat, konudan haberdar ettiği Emin Arslan’ın
da kendisine, “Konuyu çöz, isimleri tespit et hemen yasal işlemlere başlayalım”
dediğini de anlatmıştı. Bu konuyla ilgili dava dosyasında yer alan tek dinleme
kaydı 514 numarasıyla kaydedilen telefon konuşmalarıydı. Ancak Habib Kanat ile
Murat Nemutlu arasında geçen yaklaşık 30 dakikalık bu görüşmenin esas konusu
olan 500 bin dolar para istenmesinden iddianamede hiç bahsedilmemişti. İşin daha
ilginci bu telefon görüşmesi ile ilgili Savcı Berk ne Nemutlu’ya ne de Habib
Kanat’a tek bir soru bile sormamış ama sözkonusu konuşmanın içinden
cımbızlanarak çıkarılmış bazı cümleleri de, iddianameye konu olan suçlamalarının
kanıtı olarak sunmuştu.
Savcılık iddiaları araştırmadı
Kanat’ın bu iddiaları hem kendisi hem de konudan haberdar olan suçlanan polis
müdürleri tarafından savcılık sorgusunda ve mahkemede de tekrarlandı. Kanat’ın
avukatları, tehdide aracılık yapan avukat Fazlıoğlu’nun ifadesinin alınmasını talep
etse de savcılık bu konuyu araştırmaya hiç gerek duymadı. Sanık polislerin
avukatları da savunmalarında müvekkillerinin bu olayı araştırıp ortaya çıkarmak
üzere oldukları için haksız yere suçlanarak soruşturmaya dâhil edildiğini öne sürdü.
500 bin dolar para istenen bir diğer taraf olan, soruşturmanın baş zanlıları
arasındaki alan Hidayet ailesinden hiç kimse yakalanmamıştı. 9 Eylül 2009’da
yapılan baskından 5 gün önce 4 Eylül 2009’da Hidayet ailesinin telefon dinlemeleri
ve fiziki izlemeleri, soruşturmayı yürüten KOM Dairesi’nce sona erdirilmişti.
Operasyon sırasında da Hidayet ailesinin İstanbul’da bulunan ve KOM polislerince
aylar önce tespit edilen evlerine yönelik hiçbir operasyon da yapılmamıştı.
Soruşturma dosyasının baş zanlıları arasında gösterilen Hidayet ailesine yönelik
gariplikler bu kadarla sınırlı değildi. Hidayet’lerin Gaziantep’te bulunan ikamet
244
adreslerine yapılan operasyonlarda eş zamanlı olması gerekirken, adeta
kaçmalarına fırsat tanır bir şekilde İstanbul’daki baskınlardan 6 saat sonra
gerçekleştiriliyordu. Bunların yanı sıra bu aramalara KOM Dairesi’nden hiçbir
görevli de katılmamıştı. Bu gariplikleri savunmalarında sıralayan Nemutlu ve Aral,
bu şantajı yapanların bizzat soruşturmayı yürüten polisler olduğunu öne sürüyordu.
Zanlı polis müdürleri savunmalarında vurguladıkları bazı konularla, Hidayet
ailesinin kendilerinden istenilen 500 bin dolar rüşvetin verildiğini de ima
ediyorlardı. Operasyondan 5 gün önce 4 Eylül 2009’da soruşturmayı yürüten KOM
Dairesi’nin, Hidayet ailesine yönelik teknik takip ve gizli izlemeye son verdiğini
belirten polis müdürleri, “Operasyon sırasında Hidayet ailesinin istanbul’da
bulunan ve soruşturmayı yürüten KOM Dairesi’nce anılan operasyondan aylar
önce tespit edilen ikamet adreslerinde hiçbir arama yapılmaması ve operasyon
düzenlenmemesi; yine anılan operasyonda Hidayet ailesinin Gaziantep’te bulunan
ikametine eş zamanlı olması gereken bir operasyonda, operasyon başladıktan
yaklaşık 6 saat sonra polisçe gidilmesi çok manidardır. Anılan operasyonda bu
haliyle soruşturmayı yürüten KOM Dairesi’nce bahsi geçen 514 nolu tape
içeriğinden de anlaşıldığı üzere şantaj yoluyla para istenen dava dosyamızda halen
firar olarak aranan Hidayet ailesi fertlerinin yakalanmaması için büyük çaba sarf
edildiği ve yukarıda anlatıldığı şekilde kasten yakalanmadığı açık ve net olarak
ortaya çıkmaktadır. Habib Kanat ve Hidayet ailesinin dava dosyamızda halen firar
olarak aranılan bazı üyelerinden 500 bin dolar menfaat temini ile ilgili sızdırılan
bilgiler genel verilerin derlenmesiyle oluşturulan bilgiler değil tam tersi sadece
bazı kişilerin sahip olabileceği spesifik bilgilerden oluşmaktadır. Bahse konu tape
içeriğinde geçen, ‘Sen bu adamla ne diye ilgileniyorsun diye Emin Arslan’ı
sorguya çekmişler abi’ gibi cümlelerden bilgiyi sızdıranların Habib Kanat’la Emin
Arslan arasındaki ilişkiyi bildiklerini ortaya koymaktadır. Bu bilgi herkesin sahip
olabileceği değil ancak Kanat’ın telefonunu takip edenlerce öğrenilebilecek
spesifik bir bilgidir” diyordu.
İlginç olan bir başka husus da Mustafa Aral ve Murat Nemutlu’nun bu konuyu
konuşmak üzere Habib Kanat’la buluştuklarını gösteren fiziki takip fotoğrafları
basına “uyuşturucu ortaklığı” ve örgütsel görüşmeler” diye sızdırılırken bu
operasyonların hiç birinde ses kaydının yapılmamış olmasıydı. Oysa ki, operasyonu
yürüten KOM Daire Başkanlığı’nda 4-5 metre mesafeden kulağın duyabileceği ses
kalitesinden daha net ses kaydı yapabilen nano teknoloji cihazları bulunuyordu.
Emin Arslan, Murat Nemutlu ve Mustafa Aral iddianamede uyuşturucu
tacirlerinden menfaat temin etmekle suçlanmalarına karşın, BDDK’dan talep edilen
inceleme sonuçlarında polis müdürlerinin geriye dönük son 10 yılı kapsayan
verdikleri mal beyanına aykırı herhangi bir mal varlığı ya da para hesabı tespit
edilememişti. Savcılık suçlamada bulunmasına karşın, tezlerini çürütecek
BDDK’den elde edilen zanlı emniyet müdürlerinin lehinde olan bilgilere kanunen
245
belirtmesi gerektiği halde iddianamede yer vermemişti. Savcı Berk polis müdürleri
Nemutlu ve Aral’ın Habib Kanat’la lüks restorantlarda yemek yiyerek bu şekilde
menfaat temin ettikleri iddiasında bulunurken 14 ay içerisinde toplam 4 kez olan bu
yemeklerin hesaplarının sadece ikisinin polis müdürlerince ödendiği ortaya
çıkmıştı. KOM Dairesi’nce hazırlanan polis müdürleri ile Habib Kanat arasındaki
telefon görüşme sayılarını içeren HTS raporlarının da kuvvetli suç şüphesi
yaratmak amacıyla kasten fazla gösterilerek iddianameye geçirildiği ve
soruşturmayı yürüten KOM dairesince rakamların kasten manüple edildiği de
avukatlar tarafından belirlenerek ispat edilmişti.
Savcı, Arslan’ı tutuklamayı kafasına koydu
İstanbul polisinin düzenlediği operasyonla ilgili olay tutanağında Emin Arslan’ın
ismi yoktu. Ama savcı Mehmet Berk operasyon yapıldıktan sonra, Ankara
Savcılığının bir suç unsuru görmediği Emin Arslan’ın konuşmalarını suç isnat
edecek biçimde yorumlayarak dava dosyasına Arslan’ı da eklemişti. Ancak Arslan
hâkimlikten serbest bırakılınca Savcı Berk hemen bir itiraz yazısı kaleme aldı.
Savcı Berk, 1998 yılında Suudi Arabistan yetkililerinden gelen yazılara, o dönemde
KOM Dairesi Başkanı olan Emin Arslan’ın gereğini yapmadığını iddia ediyordu.
Savcı Berk bu iddiasına kanıt olarak da dosyaya koyduğu 17 Nisan 1998 ve 4
Kasım 1998 tarihli Suudi yetkililerden geldiğini öne sürdüğü yazıları eklemişti.
Ancak iddia edilenin aksine 17 Nisan 1998 tarihli yazı, Suudi yetkililerin ihbarına
ilişkin çalışmaların başladığını bildiren KOM Narkotik Şubesi’nin cevabıydı.
Diğeri ise yine KOM dairesinin yazdığı ve Suudi yetkililerin verdikleri bilgiler
doğrultusunda yapılan çalışmalar sonucu bilginin asılsız çıktığını bildiriyordu.
İddianamede Kanat’ın çocuklarıyla Arslan’ın oğlunun ortak şirket kurduğu ve polis
müdürünün bu yolla maddi menfaat temin ettiği de öne sürülüyordu. Ancak BDDK
araştırmalarından mal varlığında geliriyle orantısız bir durum tespit edilememişti.
Menfaat temin ettiği öne sürülen oğlunun ortak olduğu şirket de zarar etmiş ve
Arslan’ın oğlu da ortaklıktan ayrılmıştı. Arslan oğlunun maaşlı olarak çalıştığı
şirketten, kar etmeleri durumunda para alacağını ancak şirketin zarar ettiğini
söylüyordu. Hatta iddiasına göre oğlu borçlarını ödeyebilmek için de arabasını
satmıştı. İşin ilginci savcılık Arslan’ın maddi menfaate aracılık etmekle suçladığı
oğlunun ne sanık ne tanık olarak ifadesini bile almamıştı.
Adli emantteki suç delili değiştirildi
Emin Arslan’ı illegal biçimde takip ederek fotoğraflayan polislerden biri, yine gizli
çekim yaparken suçüstü yakalanacaktı. Haklarında tutuklama kararı verilmesinin
ertesi günü 25 Eylül 2009’da, teslim olan Arslan ve emniyet müdürleri Nemutlu ve
246
Aral Beşiktaş Adliyesi’nde mahkeme sıralarını bekliyordu. Bu sırada Arslan,
elindeki sürekli anahtarlıkla çevrelerinde dolaşan bir kişiden şüphelendi. Yıllarca
istihbaratçılık yapan Arslan, şüpheli kişinin elindeki anahtarlık biçimindeki
kamerayla gizli gizli fotoğraflarını çektiğini anlayarak üzerine atladı. Çaycı
olduğunu söyleyen kişi kaçmaya çalışırken Nemutlu ve Aral tarafından yakalandı
ve Emin Arslan şahsın elinden kamerayı aldı. Adliyede görevli polislerin el
koyduğu anahtarlığın gizli kamera olduğu anlaşılırken, çaycı olduğunu söyleyen
ancak İstihbarat Şubesi polislerinden olduğu belirlenen şüpheli de gözaltına
alınarak Beşiktaş Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldü. El konulan anahtarlık ise
Arslan’ın avukatları tarafından tutanakla birlikte savcıya teslim edildi. Sonraki
günlerde ise gizli kamera şeklindeki anahtarlığın, üzerinde anahtarı bile olmayan
düz sıradan bir cipin anahtarlıkla değiştirildiği ve suçüstü yakalanan polisin de
cipin şoförü olarak başka bir görev için o anda mahkemede bulunan bir memur
olduğu şeklinde kayıt tutulduğu ortaya çıktı. Gizli kamera çekimi yapan polis
hakkında suç duyurusunda bulunan Arslan’ın avukatları adli emanette tutulan bu
önemli suç delilinin değiştirildiğini de 17 Şubat 2010’da tutanakla kayıt altına aldı.
Bir yıldır İstanbul İstihbarat Şube Teknik Takip Büro Amirliği’nde çalışan ve
suçüstü yakalanan Ufuk Ö., savcılık ifadesinde, “Emin Arslan’ı görüntülemek gibi
bir amacım yoktu. Orada başka bir görev için bulunuyordum” demişti. İfadesinin
ardından serbest bırakılan Ufuk Ö. hakkında, “Görevi kötüye kullanmak” ve
“Kişisel verileri kanuna aykırı olarak kaydetmek” suçlamalarıyla yürütülen adli
soruşturmada ise takipsizlik kararı verildi. Olaya tanık olan adliye personeli de
dâhil herkes ifadesini değiştirmişti.
Dosyaya geç konulan suçsuzluk belgeleri
Arslan’ın, dava dosyasının delili bile olmayan fotoğraflarıyla beraber basına
sızdırılan ve zanlı polislerin ne kadar çok suça bulaştığı algısını besleyen bir diğer
belge ise 1998 yılında Suudi Arabistan ve 24 Mart 2000’de Bulgaristan makamları
tarfından, Habib Kanat’la ilgili yapılan iki ayrı ihbarı gösteriyordu. İddianamede
yer verilen bu iki belgeyle ilgili Arslan’ın, ilişkide olduğu Kanat’ı korumak için
uyuşturucu işi yaptığına dair hakkında gelen ihbarlarla ilgili herhangi bir işlem
yapmadığı öne sürülüyordu. Arslan’ın, o tirahte henüz tanışmadığı Kanat
hakkındaki bu raporlar da, fotoğraflarla birlikte Arslan’ın bilgi sakladığı
iddialarıyla medyaya servis edilmişti. Savcılık sorgusunda konuyla ilgili,
“Bulgaristan’da alacak, verecek meselesi sonucu Selim Gezer, Habib Kanat’ı
kaçırmıştı. Gezer’in kayınperederi, Bulgaristan’da önemli bir mevkiide. Gezer bu
imkânını kullanarak Kanat hakkında ‘Uyuşturucu ticareti yapıyor’ şeklinde raporlar
göndertti. Raporu araştırdık. Ancak iddiayı destekleyen hiç bir delil bulunamadı.
Suudi Arabistan tarafından böyle bir bilgi gelmedi ya da bana ulaşmadı” diye
247
savunma yapmıştı. Gerçekten de ihbarların geldiği dönemde KOM Daire
Başkanlığı hem İnterpol hem de Türkiye’deki ilgili illere yazı göndererek, Kanat’la
ilgili bir tahkikat yürütülmüş ancak ihbarları doğrulayan bulgulara ulaşılamadığını
içeren yazışmalar yapılmıştı. Ancak Arslan’ın bu iddialardan kendisini temize
çıkaracak sözkonusu resmi yazışmalar ise suçlayıcı yazıların aksine Arslan,
Nemutlu ve Aral tutuklandıktan sonra dosyaya konulmuştu Buna rağmen Savcı
Mehmet Berk’in düzenlediği iddianamede, “Örgüt lideri şüpheli Habip Kanat'ı
görev yaptıkları birimin nüfuzundan da istifade ederek kolladıkları, bu şahıs
hakkında bir takibat ve soruşturma yapılmasını engelledikleri, şahıs hakkında
yapılan ihbarları, iddiaları ve düzenlenen raporları değerlendirmeye almadıkları (24
Mart 2000 tarihinde Bulgaristan makamları tarafından yapılan ihbar doğrudan
anılan dönemde Kaçakçılık ve Organize Suçlarla Mücadele Daire Başkanı olarak
görev yapan Emin Arslan'a gönderilmiştir)...” şeklinde ifadeler kullanıldı.
Yıllarca, emniyete kimliği gizli kalmak kaydıyla bilgi taşıyan ve hatta bir tek adli
sicil kaydı ve sabıkası dahi olmayan Habib Kanat’ın muhbir olduğu da bu
soruşturmayla ortaya çıkmıştı. Ancak soruşturmayı yürüten KOM Daire
Başkanlığı, Kanat’ın 2001 yılında Emin Arslan tarafından yönlendirildiği Narkotik
Şubenin kayıtlı bir muhbiri olduğu bilgisini de savcılıktan gizlemiş, hatta aksini
iddia etmişti. KOM Daire Başkanlığı 7 Eylül 2009’da savcılığa yazdığı yazıda,
“Habip Kanat’ın kayıtlı muhbir olmadığı, muhbir olarak bilgisinden
yararlanılmadığını” yazmıştı. Ancak Emin Arslan, Murat Nemutlu ve Mustafa
Aral 25 Eylül 2009 tarihinde tutuklandıktan sonra avukatların ısrarıyla savcılığın
tekrar sorması sonucu KOM Daire Başkanlığı’ndan 16 Ekim 2009 ve 03 Kasım
2009 tarihlerinde gönderilen yazılarda Habip Kanat’ın muhbir olarak verdiği
bilgiler yer alıyordu. Habip Kanat’ın ilk duruşmada mahkemede yazılı ve sözlü
olarak verdiği ifadesinde belirttiğine göre, Arslan’ı mahkûm etmek isteyen Savcı
Mehmet Berk, Habip Kanat’a; “Seni ve oğlunu kurtarırım. Bana Emin Arslan
aleyhinde ifade ver. O dört yıldız lazım bana” demişti. Arslan’ın bu iddiaları bizzat
Habib Kanat tarafından da ilk duruşmada mahkemede açıklanmıştı. Savcı Berk’in
benzer baskı ve teklifi, eski İstanbul Üniversitesi öğretim üyesi Kimyager Hüseyin
Rıza Işık daha gözaltındayken, İstanbul Emniyet Müdürlüğüne giderek yaptığı da
ilk duruşmada Hüseyin Rıza Işık tarafından mahkeme heyetine açıklanmıştı.
Emniyet müdürleri neden hedef oldu?
Zanlı emniyet müdürleri mahkemeye sundukları yazılı ve sözlü savunmalarında;
KOM Dairesinin operasyonun hedefinin uyuşturucu ticaretinden ziyade Emin
Arslan’ın Emniyet Genel Müdür Yardımcılığı görevinden alınarak yerine atama
yapılmasını sağlamak olduğunu öne sürüyordu. Nemutlu ve Aral’ın da, KOM
Dairesi’nde örgütlü olduğunu öne sürdükleri Fethullah Gülen yanlısı polislerin
248
içinde yer almamaları nedeniyle hedef haline geldiği de savunmada belirtiliyordu.
Bu polis müdürlerinin bir diğer ortak noktası ise üçünün de çalıştıkları
görevlerinden haksız bir şekilde alınmaları üzerine yargı kararı ile görev yerlerine
geri dönmeleriydi. Emin Arslan 2006 yılında görevinden alınmış ancak Danıştay’ın
görev kesin iade kararıyla dönmüştü. Murat Nemutlu 2007’de KOM Dairesi’nden
Ankara Emniyeti’ne, 2008’de ise Afyon Emniyet Müdürlüğü’ne tayin edilmişti.
Mustafa Aral da 2005’de KOM Dairesi’nden Kastamonu Emniyeti’ne
gönderilmişti. 2005’ten beri KOM Daire Başkanı olan ve polis müdürlerinin
tutuklandığı uyuşturucu operasyonunu da bizzat yürüten Ahmet Pek tarafından
tayinleri çıkarılan Nemutlu ve Aral da, tıpkı Arslan gibi mahkeme kararıyla
görevlerine iade edilmişti. Ancak yargı kararına rağmen görevlendirilmeleri
yapılmayınca Nemutlu ve Aral, KOM Daire Başkanı Ahmet Pek ve diğer
yöneticileri hakkında şikâyet dilekçesi de vermişti.
Cemaatçi akademisyen Önder Aytaç’ın yorumu
Polis Akademisi öğretim üyesi olmasının yanı sıra kamuoyunda daha çok cemaatçi
kimliğiyle bilinen Önder Aytaç, bir dönem yazarı olduğu Taraf Gazetesinde “Emin
Aslan aslansa ‘Semiz Kuş’ da ne?” başlıklı bir yazı kaleme almıştı114. Polis
müdürlerinin adının karıştırıldığı olayı analiz eden Aytaç, emniyet camiasında
Emin Arslan’ın nasıl tanındığıyla ilgili önemli tespitler yapıyordu. Gerçi sonradan,
özellikle Hanefi Avcı’nın yazdığı kitaptan sonra bu yazısındaki tespitlere aykırı
birçok başka yazı kaleme alsa da, yazının polis teşkilatında herkesin ortak görüşünü
yansıtan Arslan’la ilgil bölümünde Aytaç şöyle demişti: “Emin Arslan’ın devrimci
kişiliği ve özellikle de onun hakkında medyada yer alan iddiaların sunuluşu, benim
de bu söylenenlere ‘inanmama’ hakkımı kullanmama neden oluyor. Arslan; tabu
kıran, kendisi ile çalışanları satmayan, yeniliklere açık, monşer ve dürüst birisidir.
O ‘korkak ve pusucu’ değil, risk alabilen cesur birisidir. Yıllar önce Hürriyet’ten
Kadir Ercan’ın 1. sayfadan sürmanşet olan ‘İşte 5. kat çetesi’ haberinden sonra;
hakkında açılan soruşturmalarda bile; ‘Ben, siz istiyorsunuz diye insanları
harcayamam, dediklerinizi ispatlayın, hukuk tartsın ve değerlendirsin’ deme
yürekliliğini göstermiştir. Aynı direnci, ‘Emniyet’te Alevi yapılanma var’ diyenlere
karşı da ifade etmiştir. 28 Şubat sürecindeki Polis Yüksek Şûrası’nda, Hanefi
Avcı’nın 1. Sınıf Emniyet Müdürü olmasına karşı çıkan ‘tatlı su demokratlarına’
karşı da, onu savunup hakkını koruyan birisidir.
Aslan, ne ‘Semiz Kuş’a, ne ‘Hacı Müdür’e, ne Karanlık derginin bile kendisinden
özür dilediği ‘özel güvenlik milyonerine’, ne de AK Parti iktidarında ‘hidayete eren
müdürlere’ benzer. İşte bu nedenle de Başbakan Erdoğan’ın da, Bakan Atalay’ın
114 Taraf Gazetesi, 21 Eylül 2009
249
da adamıymış gibi davrananlara inat, kişilikli ve karakterli bir duruş sergiler.
Ergenekon yanlısı yayınlara bilgiler servis eden ‘Semiz Kuş’lara bile
dokunulmayan bir yerde, Aslan hakkında sa(v)lananlara karşı ben, yargı son sözü
söyleyene kadar, inanmama hakkımı kullanıyorum.
Tolga Şardan, Saygı Öztürk haberlerinde gözlemlediğimiz şekliyle, muhabirler,
haber olacak Emniyetçi ile ilgili bilgileri önceden alıyorsa, burada bilin ki –bu
dönemin- ‘Semiz Kuş’u sayesinde medya üzerinden operasyon yapılıyordur. Emin
Aslan’a karşı yapılan bu operasyonu, onun bu görevde kalması ile serbestçe at
koşturamayan ‘Semiz Kuş(lar)’da ve uzantısı menfaat çetesinde aramakta yarar
vardır.”
“Devrimci mi Karargâh mı?”
Devrimci Karargâh (DK) adı, Türkiye’nin siyasi çizgisini değiştiren Ergenekon
soruşturmalarından sonra girdi ülke gündemine. Başta pek adını duyuramadığı iki
eylem yaptı. Ama Bostancı’da yaşanan ve televizyon ekranlarından ilginç bir
şekilde naklen yayınlanan saatler süren çatışma görüntüleriyle belleklerde yer etti.
Bir emniyet müdürünün, Hanefi Avcı’nın Fethullah cemaatini hedef alan bir kitap
yazmasından sonra bu örgüte yardım yataklık ettiği iddiasıyla tutuklanmasıyla da
örgütün adı herkesin hafızasına kazındı adeta. Ama bir o kadar da soru işareti
doğurmuştu. “Var mı yok mu?”, “Kim bunlar?, “Devletin örgütü”, “Ergenekon’un
örgütü” ya da az da olsa “Gerçek devrimciler” olduklarına yönelik şehir efsaneleri
aldı yürüdü. Bu efsanelerin hangisi gerçek bilmiyoruz. Ama özellikle son
çevrelerde, pek açık dillendirilmese de ortada şaibeli bir durum olduğu da herkesin
ortak fikri neredeyse. Gazeteci Gürkan Hacır da, “Tuhaf bir örgüt; Devrimci
Karargâh”115 başlıklı yazısında, “Türkiye’nin 40 yıllık silahlı sol örgüt tarihine
tepeden paraşütle iniverdi. 2008’de ilk eylemleriyle duyduk. Şimdi en çok
konuştuğumuz örgüt oldu. Ne bir gelenekten geliyorlar, ne de bir tabanları var.
Sosyalist solun içinde dostları yok. Bir yığın komplo ve dedikoduyla beraber solun
alışık olmadığı bir yığın tuhaflıkla devrim yolunda (!) ilerliyorlar. Emniyet Müdürü
Hanefi Avcı’nın tutuklanmasıyla beraber gözler bir anda DK örgütüne çevrildi.
Peki, nereden çıktı bu örgüt?” diyerek bu kuşkuları dile getiriyordu.
Bir dönem Sky Türk televizyonunda da program yapan Hacıroğlu, cezaevine
girmeden önce konuk ettiği Sarp Kuray’ın116 televizyon ekranlarından
söylediklerini anımsatıyordu: “Kuray, Devrimci Karargâh’ın öncülü sayılan 16
Haziran örgütünün lideri olmakla suçlanıyordu. TV ekranından bu örgütle
yollarının nasıl ayrıldığını anlatmıştı. ‘Örgütün 1990’lı yıllardaki bütün
eylemlerinden beni sorumlu tuttular. Oysa eylemleri benim talimatım dışında
115 Akşam Gazetesi, 3 Ekim 2010
116 SkyTürk, Gürkan Hacır ile Şimdiki Zaman, 10 Temmuz 2008
250
yapanlar şu an dışarıda rahatça geziyor. Bense tek suçlu olarak müebbet hapis
aldım. Örgüt benim kontrolümden daha başında çıkmıştı. Beni hainlikle suçlayıp
attılar. Örgüte bu kadar istihbarat nasıl geliyordu, ben de anlamadım zaten’
demişti.”
Gazeteci Ayça Söylemez de, bir internet sitesinde yayınlanan ve daha sonra bazı
gazetelerin de kullandığı DK operasyonlarını irdeleyen, “Devrimci mi karargâh mı”
başlıklı117 analitik bir yazı kaleme almıştı. Söylemez, yazısında Sarp Kuray’ın o
dönemki bazı yol arkadaşlarını İsyan ve Tevekkül adlı kitabında, “1988 yılından
sonra oluşturulan 16 Haziran Hareketi süreci ile başlayan tartışma 1991 yılında
bir ayrışma ile noktalanmıştır. Bu tartışma sürecini en açık biçimde takip
edebileceğiniz belge, yargılandığım mahkeme dosyalarındaki polise teslim edilen
bantların çözümlenmeleriyle ortaya çıkan 480 sayfalık konuşma dokümanlarıdır.
1988’den 1991’e kadar aşağı yukarı günbegün, ülkedeki sorumlu kişiler (Serdar
Kaya) tarafından bilgim dışında banda alınmış konuşmalarım kasetler halinde
polisin eline geçmiştir” diye anlattıktan sonra Kuray’ın bu kişilerin bir yıl sonra da
tahliye olduklarını yazdığını da belirtti.

Devrimci tedrisattan geçmiş kahvehane üslubu
DK’nin internet sitesinde yer verilen bir yazıda örgütün nereden çıktığı, “2005
yılının yaz aylarında, Bedrettin Hareketi ve 16 Haziran Hareketi kadrolarının
Türkiye devrimci hareketinin dibe vurmuş konumu ve bundan çıkış yolları üzerine
yaptıkları ilk tartışmalar, hızla savaşkan bir sosyalizm çizgisini devrimci bir direniş
merkezi olan Kürt özgürlük çizgisiyle yoldaşlaştırarak Türkiye sosyalizminde
egemenliğini sürdüren oportünizme ve reformizme alternatif devrimci bir yol çizme
görevinde birleşik bir örgütsel yapı oluşturma kararına vardı”118 diye
özetleniyordu. Ancak ne yaptıklarıyla eylemler ne de internet sitesi üzerinden
haklarında çıkan haberlerle ilgili girdiği polemikler özellikle sosyalist sol ve hatta
illegal örgütler gözünde dahi DK hakkındaki şaibeleri gidermeye yetmedi. Hele ki
kullandığı üslup sosyalist solun alışıldık dilinden ve jargonundan hayli uzaktı.
Bildirilerinde, açıklamalarında politik bir dilden ziyade, bol sloganla süslenmiş
daha çok devrimci tedrisattan geçmiş bir kahvehane üslubunu barındıran söylemler
bulunuyordu. Hanefi Avcı’nın da DK ile ilişkilendirilerek tutuklanmasıyla ilgili
operasyonlardan sonra 24 Eylül 2010’da internet sitesinde yapılan açıklamada119 bu
çok açık görülüyordu. Mesela, Hanefi Avcı’yla DK arasındaki ilişkiyi kuran köprü
vaziyetteki kişi olan Necdet Kılıç’la ilgili, “Bu kişinin yapımızla herhangi bir
bilinen ilişkisi ya da kaydı yoktur. Hele ki iddia edildiği gibi finansörümüz ise,
117 http://baskahaber.blogspot.com/2010/09/devrimci-mi-karargâh-m.html
118 http://www.devrimciKarargâh.com/09nolu.html
119 http://www.devrimcikarargâh.com/11nolu.html
251
yaşadığımız mali sıkıntılarımız üzerinden kolayca diyebiliriz ki, Allah onu nasıl
biliyorsa öyle yapsın!” yazılmıştı. Sosyalist ya da devrimci sol çevrelerin
kullandığı dilin aksine, hem yukarıda verilen örnekte hem de aynı açıklamada hem
de, daha öncekilerde olduğu gibi Fethullah Gülen yine hedefte olduğu, “Fethullahçı
gericiliğin militan devrimciliği en ilkel yalanlarla kirletme çabası, sağdakileri
geçtik, demokratından solcusuna tüm Türkiye liberallerinin devrim karşıtlıklarının
ve korkularının doğal bir algısı olarak kolayca kabul gördüğü sürece, AKP’nin
tasfiye etmeye niyetlendiği kim varsa DK yapılanmamıza dâhil edileceği ortadadır.
Asıl korkumuz bu gidişle örgütte bize yer kalmayacağı üzerinedir” denilen satırlara
bakarak DK’de ince bir mizah olduğunu da söylemek mümkün. Kendileri dışında
kalan sol yapıların da eleştirildiği aynı açıklamada, diğer sosyalist solun,
üzerlerindeki şaibe nedeniyle kendilerini dışlamalarına ilişkin yazdıkları da hiç
yabana atılır gibi değildi. Açıklamada Ankara, İstanbul ve İzmir’de operasyona
yönelik yapılan protesto açıklamalarında Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) ve
Toplumsal Özgürlük Platformu (TÖP) ile Red Dergisi ile Bilinç ve Gelecek Dergisi
çalışanlarının anılırken DK’nin yayını olduğu öne sürülen Demokratik Dönüşüm
dergisi çalışanlarıyla ilgili herhangi bir şey söylenmemesi, örgütün dışlanıyor
olması eleştiriliyordu. Derginin, Türkiye’de uzun yıllardır unutulan ve
unutturulmaya çalışılan “savaşkan sosyalizm anlayışını” ve bu anlayışın Kürt
özgürlükçülüğü ile yoldaşlaşmasını savunduğu için “düşman” diye adlandırılan
devlet tarafından hedef seçildiği belirtilen açıklamada şöyle deniliyordu:
“Sosyalist ortam, sırf bu dergi düşmanın gözünde Devrimci Karargâh’la
ilişkilendiği için bu dergiyi savunan bir açıklama yapmaktan özellikle kaçınıyor.
Demokratik Dönüşüm’ün yasaklanmış olmasına gerici iktidarın demokratik
alanlara tecavüzüne karşı çıkma sorumluluğu ile tavır alınacağına, bunu böyle bir
otosansüre gerekçe kılmak ya da başka sözlerle salonlarda su gibi okudukları
Brecht’in ilgili şiirini mücadele alanlarında bir anda unutuvermek ise tam da
statüko sosyalizminin meşrebine uygun bir tavır oluyor. Bu tavırla düşmana verilen
mesaj açıktır: ‘Bizim Devrimci Karargâh’ın gündemleştirmeye çalıştığı çizgi ile
alakamız yoktur, biz cici sosyalistleriz’. Hayrını görsünler.
Devrim karşıtı, özü Laz İsmail’in ‘ilerlemeci’ TKP’sinde mayalanan Veysi
Sarısözen, Devrimci Karargâh yapılanmasını ‘varsa’ parantezine alarak
hakkımızda şaibe yaratmaya çalışan bir üslup kullanıyor. Oluşmasıyla ve
eylemleriyle artık dost düşman herkesin bilgisi dâhilinde olan Devrimci Karargâh
yapılanmasının varlığı, hele ki kurucu komutanının ağzından şehadetinin hemen
öncesinde de ilan edilmişse bu harekete ve varlığına saygısızlık kimsenin haddi
değildir… Doğrudur, Hareketimiz çıkış momentine uygun bir yeniden üretim
sürecini henüz oluşturamamıştır. Türkiye devrimci hareketinin bugününde bu
durumda olan; geçmiş militan çizgilerini sürdürmekten uzun süredir uzak düşmüş
birçok örgüt mevcuttur… Devrimin savaşkan bir sosyalizm anlayışıyla gelişeceğini
252
ideolojik ve politik olarak inkâr edenler açısından bu, onların kendi sağ
çizgilerinin doğruluğuna bir kanıt olarak değerlendirilebilir. Ama hiçbir öznel
doğruluk iddiası, devrimci hareketlerin varlıklarını inkâr ve çizgilerini şaibe altına
alma hakkını kimseye vermez.”
DK= Bedreddini Hareketi+16 Haziran+Devrimci Sol
Örgütün, adıyla anılmadan önce, sol çevrelerde Bedreddini Hareketi diye
bilindiğini söylemek mümkün. Ancak tarihsel geçmiş bağlamında değerlendirilirse
1980 öncesindeki Partizan Yolu hareketine kadar inilebilir. Zaten Partizan
Yolu’nun kurucusu olan Serdar Kaya da şu anda DK’nin lideri olarak anılıyor.
Ancak DK’nin 30 yıllık geçmişe sahip örgütsel ve ideolojik bir birikimin sonucu
çıkmış bir yapılanma olduğunu söylemek zor. Ergenekon soruşturmalarının
Amirallere Suikast iddianamesi diye bilinen dosyasındaki ek delil klasörleri
arasında yer alan, İstanbul Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’nce hazırlanan 9
Aralık 2009 tarihli rapor, DK’nin kuruluşuyla ilgili bilgiler içeriyordu. Rapora göre
DK’nin kökeni Partizan Yolu’nun içinden çıkma, Sarp Kuray’ın120 liderliğindeki 16
Haziran Hareketiydi. 1988’de Paris’te yapılan bir toplantıyla kuruluşunu ilan eden
bu örgütün darbede deşifre olmamış kadroları Lübnan’da Bekaa kamplarında silahlı
eğitim alıp Türkiye’de birçok silahlı ve bombalı saldırı gerçekleştirse de 1990
yılındaki operasyonlarla çökertilmişti. Örgütün Türkiye’deki lideri Serdar Kaya ve
eylemleri gerçekleştiren askeri kadrosu da tutuklanmıştı. Serdar Kaya’nın
cezaevinden, Paris’te bulunan Sarp Kuray’a gönderdiği mektupta ağır eleştiriler
yöneltmesi sonucu dağılma yaşandı. Yunanistan’da 1991’de yapılan kongreyle de
Kuray ve bir grup arkadaşı örgütten ayrıldı. Kuray, örgütün o dönem Türkiye’de
bulunan lideri Serdar Kaya’nın kendisine gönderdiği örgütsel raporlar yüzünden
yargılandığı davada verilen müebbet hapis cezasını Yargıtay’ın da onaylamasından
sonra 2010 yılında, Fransa’dan Türkiye’ye döndükten 10 yıl sonra tutuklanarak
cezaevine konuldu. Bu arada Serdar Kaya tutuksuz yargılanmak üzere serbest
bırakılınca Hollanda’ya kaçtı.
120 Eski Ankara Valisi Enver Kuray’ın oğlu olan Sarp Kuray’ın dayısı da Yassıada duruşmalarının savcısı Ömer
Egesel’di. Hukuk Fakültesi ve Deniz Harp Okulu’nu bitirse de sol sosyalist faaliyetlerinden ötürü 1965’te ordudan
atıldı. Fikirlerinden etkilendiği Doktor Hikmet Kıvılcımlı çizgisini savunan bir taraftar grubu oluşturdu. 1969’da
Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) ve Dev-Genç içerisindeki faaliyetler yürüten Kuray, 1971 darbesinden sonra
tutuklandı. İdam istemiyle yargılanıp 24 yıl ceza alsa da 4 yıl tutukluluğun ardından 1975 yılında çıkan özel afla
serbest bırakıldı. Daha sonra da yurtdışına çıktı. Kuray ve arkadaşları yurtdışındayken kurduğu Partizan Yolu isimli
örgüt 1988’de yapılan toplantıyla kendini feshettiğini duyurdu. Örgüt 15-16 Haziran işçi hareketlerinden esinlenerek
16 Haziran Hareketi adıyla yoluna devam etti. 1990’da çökertilirken örgütten ertesi yıl da Kuray tasfiye edildi. Daha
sonra Türkiye’ye dönen ve bir finans şirketi kurup yöneten ancak iflas eden Kuray, 30 Ekim 2008’de SHP’ye
katılmış ve Parti Meclisi üyeliğine seçilmişti. Ancak Kuray 16 Haziran örgütünü kurup yönettiği ve örgüt adına
öldürme, yaralama ve bombalama gibi çok sayıda eylemin talimatını verdiği gerekçesiyle çarptırıldığı müebbet hapis
cezasının Yargıtay’da onaylanmasından sonra 4 Şubat 2009’da tutuklandı.
253
Bu arada 1999’da Sosyalist İşçi Partisi’nden (SİP) ayrılan ve Sosyalist Birlik
Hareketi (SBH) diye anılan grup, aralarında Bostancı çatışmasında öldürülen Orhan
Yılmazkaya’nın da bulunduğu yapıyla bir araya gelip Gerçek Çevresi adıyla
faaliyet yürütmeye başlamıştı. 2004’de Bedreddin Hareketi adını alarak aynı isimle
bir de dergi çıkaran grup kısa süre sonra silahlı mücadele yürütülüp
yürütülmeyeceği konusundaki fikir ayrılığı nedeniyle yılın sonuna doğru kendini
feshetti. Silahlı mücadele yanlısı olmayanlar Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP)
içinden ayrılan bir grubun 2002 yılında kurduğu Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP)
içinde faaliyet göstermeye devam etti. Zaten, Hanefi Avcı’nın da dâhil olduğu
operasyonlarda SDP’li grupla Devrimci Karargâh arasındaki ilişki de buradan yola
çıkılarak kurulmuştu. Orhan Yılmazkaya’nın bilgisayarında Bedrettin Hareketine
ilişkin yazıların arasında, “SDP içinde faaliyet yürüten arkadaşların bulunduğuna”
dair ibareler üzerine de her haliyle komplo olduğu belli olan bir operasyonla
SDP’liler bu örgüt soruşturmasına dâhil edilmiş oldu.
Bedrettin Hareketi içinde Orhan Yılmazkaya ile birlikte silahlı mücadeleyi
savunanlar kendilerine lojistik destek sağlayan PKK’nın önce İran sonra da Kuzey
Irak’taki kamplarında askeri ve teorik eğitim aldı. Bedrettin Hareketi kadroları, 16
Haziran örgütünün yeniden canlandırılması için faaliyete geçen ekiple bir araya
gelerek 2005 yazında DK adını aldı. Örgüt üyeleri 2008 yılında tekrar Türkiye’ye
döndü. Aynı yılın sonunda da DK’ye, Devrimci Sol121 Bedri Yağan grubu da
katıldı. Polis raporlarına göre de sonradan TKP/K (SODAP) ve DSİH (Kaldıraç)
örgütleri ile TİKKO ve PKK’dan ayrılanlar kimi militanlar da bu örgüte katıldı.
Örgütün silahlı eylemler yapan askeri kadrosu Bekaa’da bulunan kamplarda askeri
eğitim gördüğü için PKK’nın üst düzey kadrosu ile kurdukları ilişkiyi günümüze
kadar sürdürdü. Siyaseten de PKK çizgisine yakın duran DK, bildirilerinde Kürt
mücadelesine verdiği desteği de hiçbir zaman gizlemedi.
Devrimci Karargâh Kimin Karargâhı?
Örgütün, kendi adına açtığı internet sitesi İngilizcede şirket anlamına gelen
company sözcüğünün kısaltması olan “com” uzantılıydı. Basit bir ayrıntı gibi
görünse de antikapitalist, emekçi sınıfın mücadelesini verdiğini iddia eden bir
örgütün, benzer siyasetleri savunanların yaptığı gibi “net, info, org” yerine “com”
121 1978 yılında kurulan ve Dev-Sol olarak da bilinen Devrimci Sol, 12 Eylül 1980 öncesinde pek çok saldırı olayına
karıştı. 1989’dan itibaren tekrar saldırılarını arttıran Dev-Sol içerisinde Bedri Yağan ile Dursun Karataş arasında
başlayan liderlik mücadelesi iç savaşa dönüştü. İki tarafın yanlıları arasında ölümlerle ve yaralanmalarla sonuçlanan
çatışmalar oldu. Örgüt içindeki bölünmeyi değerlendiren güvenlik güçleri 1992 yılından itibaren peş peşe yaptıkları
operasyonlarla başta Yağan olmak üzere pek çok örgüt liderinin öldürüldüğü operasyonlara imza attı. Ciddi yargısız
infaz suçlamaları yapına operasyonlardan sağ kurtulanlar da cezaevine konuldu. Örgüt içinde devam eden ayrışma
sonunda Dursun Karataş ve taraftarları 1994 yılında DHKP-C adını alarak yoluna devam etti. Az sayıdaki Yağan’cı
kadrolar da Dev-Sol adını kullanmaya devam etti.
254
şeklinde bir adresi alması hayli garipti. Hollanda Amsterdam’dan sunucu hizmeti
sağlayan bir şirketten alınan www.devrimcikarargâh.com adresini Mahir Çayan ve
Deniz Gezmiş’ten türetildiği anlaşılan Mahir Deniz ismiyle alan kişi adres olarak
da İstanbul Emniyet Müdürlüğü’ne komşu olan Vatan Caddesi No:121 adresini
vermişti. Ergenekon’la bağlantılı olduğu öne sürülen örgütün internet sitesinin
faaliyete başladığı tarih de Ergenekon’un ilk iddianamesinin açıklandığı 14
Temmuz 2008’den bir ay öncesine 12 Haziran 2008’e aitti. Herhangi bir siyasi
geçmişi, örgütsel altyapısı, kadrosu, kendini tanımladığı ideolojik bir belge
doküman bulunmayan örgütle ilgili bu kuşkular polis tarafından hazırlanan bir
raporda da dile getirilmişti. İnternet sitesini açmasından 2 ay sonra da ilk eylemini
yapan DK örgütüyle ilgili İstanbul Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü
tarafından hazırlanan 9 Aralık 2009 tarihli, “Devrimci Karargâh Terör Örgütü
Ergenekon Bağlantısı Değerlendirme Raporu” nda internet sitesinde ve yapılan
operasyonlarda ele geçirilen dijital malzemelerde örgütün herhangi bir tüzük, mali
yapısı, özeleştiri, görevlendirme türü belge ya da bulgulara rastlanılmadığı
belirtiliyordu. Tüzük ve programının bulunmamasının örgüt hakkında şüphe
uyandırdığı vurgulanan raporda şöyle deniliyordu:
“Özellikle sol örgütler, fikir birliği içindeki yandaşları ile bir araya gelerek
kuracakları örgüt hakkında geniş tahliller ve stratejiler ortaya koyarlar.
Tartışmalar ve öneriler getirirler. Anlaşma halinde örgütün ismini, bayrağını
belirleyerek tüzük üzerinde çalışma yaparlar. Tüzük neticelenince kongre yapılarak
genel sekreter, MK (merkez komite) üyeleri ve görevlendirmelerle örgütün yapısı
belirlenir. Legal-illegal kuruluşlar, yayın kurulu oluşturulur, mali yapısı ele
alınarak kongre sonuçlandırılır. Yapılan bu aşamalar örgütün tarihi açısından
raporlanarak arşivlenir. İnternet ortamında da örgütün programı, amacı ve tüzüğü
ile illegal yayınlarına yer verildiği hep görülmüştür. Oysaki DK herhangi bir
kongre yapmayarak tüzük ve programları ile organlarını oluşturmadan büyük çaplı
eylemlere başlamıştır. Ayrıca bünyesinde bulunan 16 Haziran Hareketi ile
Bedreddini Hareketi’nin 2005 yılının yaz aylarında birleşmesinde ve DK ismi ile
ortaya çıktıktan sonra Devrimci Sol örgütü ile birleşmesinde herhangi bir kongre
emareleri bulunamamıştır. Yine örgütün kuruluş aşamasında yapmış olduğu
açıklamalarda amacının ‘Türkiye’de devrimci yapıyı bir araya getirme ve
birleştirme” olduğunu açıklamasında da büyük çelişki vardır. Bu çelişkinin
başında; devrimci yapının ideolojisinin, komünizm ve komünist fikir adamlarının
(Karl Marx, Lenin, Mao vb) ideolojilerinden yola çıkarak, Türkiye’deki sol
örgütleri bir araya getirmesi lazım iken, örgütün açıklamalarında bu keskin durum
bulunmamaktadır. Terör örgütüne yönelik olarak yapılan operasyonlarda ele
geçirilen belgeler ve örgüt mensuplarının yapılan iletişim tespitlerinde örgütün hali
hazırda mevcut bir altyapısını olmadığı görülmüştür. Örgütün ismini duyurduğu
tarihle birlikte başlayan eylemlerinde hedeflerinin daha önce sol örgütlerde pek
255
rastlanılmayan türde sansasyonel boyutta olduğu, sol örgütlerin genelde sivil halk
ayrımı yaparken DK’nin bu ayrımı yapmadığı, eylemlerinde yüksek düzeyde
patlayıcı kullanarak sivil insan kalabalığının bulunduğu hedeflere yöneldiği
görülmüştür.”
Selimiye Kışlasına havan mermisi
Türkiye’de PKK dışında en çok silahlı eyleme girişen örgüt olan DHKP-C, ardı
ardına yediği operasyonlar ve kadrolarının cezaevlerinde ya da birçoğunda yargısız
infaz kuşkusu dile getirilen çatışmalarda ölmüştü. Özellikle batı kentlerinde silahlı
ve bombalı saldırılar düzenleyen örgüt, lideri Dursun Karataş’ın da kanserden
ölmesinden sonra sessizliğe gömülmüştü. Derken 2008 yılında adını ilk kez
Selimiye Kışlası’na yönelik havan toplu saldırıyla duyuran bir örgüt, Devrimci
Karargâh (DK) ortaya çıktı. Silahlı mücadele yürüten sol örgütler, eğer yeni
kurulduysa ortaya çıkışını mutlaka sansasyonel bir eyleme yaparlardı. DK’de
geleneği bozmadı ama polis raporunda da dile getirildiği gibi sivil halk ayrımı
yapmamıştı. 7 Ağustos 2008 günü Üsküdar Karacaahmet Mezarlığı’ndan ateşlenen
el yapımı 4 havan mermisi, hedeflenen yer olan 1. Ordu Komutanlığı’nın
bulunduğu Selimiye Kışlası’na değil, 300 metre uzaktaki Üsküdar Belediyesi ek
hizmet binasının bahçesindeki çöp konteynırına isabet etmiş ve 4 kişinin
yaralanmasına neden olmuştu. Diğerleri de mezarlıktaki ağaçlara isabet edip
patlamıştı. Bu olaydan 4 ay sonra da örgütün hedefi AKP İstanbul İl Başkanlığı
binası oldu. 1 Aralık 2008 günü, binanın giriş katında patlayan parça tesirli bomba
4’ü polis 10 kişinin yaralanmasına yol açtı, Yaralılardan polis memuru Hüsnü Uyan
bir kaç hafta sonra da tedavi gördüğü hastanede öldü. Bu saldırının organize ediliş
biçimi ise biraz garipti. İddiaya göre DK militanları, Sütlüce’deki AKP il
merkezindeki bir güvenlik görevlisinin internetten cep telefonu siparişi verdiğini
tespit etmişlerdi. Eylemden iki gün önce, deneme amaçlı olarak AKP il binasına
tesadüfen tanışılan bir kurye olan İbrahim Şahin aracılığıyla kitap gönderildi.
Saldırı günü de kurye Şahin’e yeniden telefon açılarak yine AKP’ye bir paket
gönderileceği söylendi. İçinde bomba olan paketi, sipariş edilen cep telefonuymuş
gibi görevlinin adına gönderilmişti. Kurye Şahin’in paket teslim edip ayrılmasından
kısa süre sonra da patlama meydana gelmişti. Teslimat kâğıdına kendi kimlik
bilgilerin yazdığı için Şahin gözaltına alınarak tutuklandı.
Antisemitik bir örgüt
12 Ocak 2009’da ise örgütün hedefinde bu kez İsrail sermayeli Bank Pozitif vardı.
Bankanın İstanbul 4. Levent şubesine gece düzenlenen bombalı saldırıda maddi
hasar meydana gelmişti. Her üç saldırıyı da internet yoluyla DK üstlenmişti. Bank
256
Pozitif’e yönelik saldırıdan sonra yayınlanan bildiride kullanılan dil ise buram
buram antisemitizm kokuyordu: “Selam Olsun İstanbul’dan Gazze’ye” başlıklı
bildiride122, Bank Pozitif’in İsrail’in en büyük bankası olan Bank Hapoalim’in
Türkiye ayağı olduğu belirtilerek, “Siyonist finans kuruluşu Bank Hapoalim, 2005
yılında Türkiye’ye girmiş, 2008 Mart ayındaki sermaye artışıyla Bank Pozitif’teki
payını yüzde 65’e yükseltmiştir. BankPozitif, halis muhlis Siyonist İsrail bankasıdır.
Bankanın hâlihazırdaki 9 kişilik yönetim kurulu üyelerinin beşi İsrail vatandaşı,
birisinin adı ise Zion Kenan’dır. İlişki bu kadar nettir… Devrimci Karargâh,
Siyonist İsrail devletiyle girişilen her tür askeri, ekonomik, kültürel ilişkiyi hedef
alma kararlılığındadır. Bunu daha önce değişik vesilelerle dile getiren örgütümüz,
bu sözünü tutmuş olmanın huzuru içindedir. Ama dahası da gelecektir. Buradan,
İsrail’le ilişki geliştiren her Türkiye cumhuriyeti vatandaşını ve kurumunu, özelkamu
ayrımı yapmadan uyarıyoruz. İlişkilerinize bir an önce son verin. Aynen ırkçı
hükümet döneminde Güney Afrika’ya yapıldığı gibi, İsrail de her tür araçla boykot
edilmelidir. Akademisyenler ortak bilimsel çalışma yapmamalı, iş adamları üç beş
kanlı kuruş kazanıp Gazze’de çocukların katlini finanse etmekten vazgeçmeli,
sporcular İsrailli sporcularla maç yapmamalıdır” deniliyordu.
Türkiye solunun örgütlerinin İsrail’in Siyonizm eksenli politikalarına ve Filistin’de
yaşanan insan hakları ihlallerini yönelik karşı tutumu biliniyordu ancak ilk kez
resmi sivil ayrımı yapmadan herkesin hedef olacağın söyleyen bir örgüt ortaya
çıkmıştı. Örgütün genel çizgisi ve kullandığı dilde de sürekli antisemitizm vurgusu
ve İsrail düşmanlığı öne çıkarılıyordu. Hatta örgütün hemen sonra yayınladığı bir
başka bildiride ise Türkiye solunun İsrail’e karşı tutumu sert biçimde
eleştiriliyordu.
DK’nin internet sitesinde yer alan, “Kahrolsun emperyalizm ve siyonizm”
sloganını başlığa taşıdıkları yazı da123 yine örgütün antisemitik tutumuna atıf
yapabileceğimiz bir diğer örnek. Yazıda, “Yahudinin sırrını onun dininde
aramayalım, dininin sırrını gerçek Yahudide arayalım.
Yahudiliğin seküler temeli nedir? Pratik ihtiyaç, kendi çıkarı.
Yahudinin dünyevi dini nedir? Tüccarlık.
Dünyevi Tanrısı nedir? Para.
Tamam o halde!
Tüccarlıktan ve paradan, bunun sonucunda da pratik, gerçek Yahudilikten
kurtuluş, zamanımızın öz-kurtuluşu olurdu.
Dolayısıyla Yahudiliği şimdiki zamanın genel bir toplum karşıtı unsuru olarak;
tarihsel gelişimin bugünkü yüksek seviyesinde zorunlu olarak çözülmeye başlaması
gereken bir unsur olarak görüyoruz
122 http://www.devrimciKarargâh.com/05nolu.html
123 http://www.devrimciKarargâh.com/filistin.html
257
Son tahlilde insanlığın Yahudilikten kurtuluşu, Yahudilerin de kurtuluşudur…” diye
Karl Marx’ın, “Yahudi Meselesi”124 adlı eserine atıf yapıldıktan sonra, “Dünyada
Yahudiliği besleyip büyüten emperyalizmdir. Bu demektir ki aslında dünyada
emperyalizmi yıkmak Yahudiliği yok etmekten, Yahudiliği yok etmek emperyalizmi
yıkmaktan ayrı ele alınamaz. Uluslararası proletaryanın zaferi emperyalizmi ve
Yahudiliği tarihe gömdüğü gün gerçekleşmiş olacaktır” deniliyordu.
Türkiye devrimci soluna Siyonizm eleştirisi
Ardı ardına yaşanan bombalı saldırılardan sonra İstanbul polisinin yaptığı
operasyonlarda DK örgütü üyesi olduğu öne sürülen 8 kişi gözaltına alınmıştı. Polis
13 Ocak 2009’da yapılan operasyonlar sonucunda gözaltına aldığı kişilerin, 1'nci
Ordu Komutanlığı Selimiye Kışlası'na havan saldırısı ve AKP İl Merkezi'ne
bombalı saldırı olaylarıyla ilgileri olduğu öne sürüyordu.
Saldırılardan sonra yapılan çalışmalarda ise örgütle ilgili oldukları ve saldırıları
koordine ettiği öne sürülen Cemal Bozkurt ile birlikte 8 kişi gözaltına alınmıştı.
AKP il binasına bombalı paket götüren kurye İbrahim Şahin’in, paketi kendisine
veren kişi olarak teşhis ettiği Bozkurt tutuklanırken, diğer zanlılar serbest bırakıldı.
Sözkonusu bildiri de bu operasyonlardan sonra yayınlandı. “Tel Aviv’in Saldırısı
Püskürtüldü”125 başlıklı bildiride sözkonusu operasyonların İsrail Bankası’nın
hedef olmasından sonra yapıldığı belirtilerek, “Yahudi sermayesinin merkezine
saldırımız İstanbul’dan Gazze’deki direnişi selamlamak içindi, TC hükümetinin
DK’ye yönelik saldırısı Tel Aviv’den İstanbul’daki Filistin halkının kurtuluş
mücadelesine verilen desteği söndürmek içindi” denildikten sonra genel olarak
Türkiye solu özelde de kendini devrimci diye tanımlayan sol çevreler şöyle
eleştiriliyordu: “Devrimci geçmişine öykünmelerle kattığı, uğruna şehitler verdiği
Filistin direnişi için ne yaptı? Hamas’ı İslamcı olduğu için beğenmeyen Kemalizm
inmeli laisist, modernist bilincinin prangalarına mı tutsaktı? Kendisini
Yunanistan’daki direnişe yakın gördüğü kadar Gazze’deki direnişten uzak tutacak
kertede doğu halklarına sırtını dönmüş batı hayranı, Tanzimat solcusu kimliğinden
bu kadar mı hoşnuttu? Ya da emperyalist-siyonist beyaz terörün terbiyesiyle,
‘halkların kardeşliği’ adına Yahudi devletinin bekasını tanıyacak kertede ideolojikpolitik
rönesanslara uğrayıp ikinci enternasyonal solculuğuyla mı bütünleşmişti?
Bununla, yakın günlerin emperyalist-siyonist saldırganlıklarını meşru göreceklerini
124 Dedesi hahambaşı, babası ise Protestanlığa dönmüş görünerek mesleği olan avukatlığı yapabilen ve haliyle
kendiside Yahudi olan Karl Marx elbette bugünkü yaygınlıkta bilinen anlamda bir antisemitist değildi. Ama Marx,
ısrarlı biçimde modernitede kötü olan her şeyin kaynağının Yahudilik olduğunu öne sürerdi. Marx, Yahudi meselesi
eserinde “Paraya tapan Yahudi” tasviriyle, hem insanın bencilleşmesine hem de paranın tanrılaştırılmasından yola
çıkarak kapitalizme yönelik ciddi eleştiri yöneltir.
125 http://www.devrimciKarargâh.com/06nolu.html
258
şimdiden teyid altına mı almış oluyorlardı?... Devrimci olmanın ahlakı sizi
içinizden yakalamıyorsa, sözler yetersiz kalır.”
Tartışmalı bir örgüt haline geldi
Bu üç eyleme karşın yine de DK, ilgilileri dışında kimsenin aklında yer etmedi. Ta
ki 27 Nisan 2009’da Bostancı’da yaşanan ve televizyon kanallarından naklen
yayınlanan çatışmaya kadar. Örgütün kurucularından Orhan Yılmazkaya adlı DK
militanı, polislerle saatler süren çatışma sonunda öldürülmüştü. 7 kişinin
yaralandığı çatışmada Başkomiser Semih Balaban ile çatışmayı izleyen Mazlum
Şeker isimli çocuk da hayatını kaybetmişti. Sonra seri operasyonlar yapılmış ve
birçok kişi gözaltına alınmış ya da tutuklanmıştı. DK’nin adını, eğer kaldıysa
duymayanlara da duyuran, elbette Hanefi Avcı’nın, bu örgüte yardım yataklık ettiği
iddiasıyla gözaltına alınıp 28 Eylül 2010’da tutuklanması oldu. İddialara göre
Hanefi Avcı, yakın arkadaşım dediği Necdet Kılıç’ın DK örgütünün yöneticisi
olduğu iddiasıyla gözaltına alınmasından sonra kendisi de örgüte yardım etmek ve
hazırlık soruşturmasını ihlal etmek iddiasıyla tutuklanmıştı. İşte bu iki sansasyonel
olaydan sonra da adı, bildirilerinde savunduğu mücadelede izleyeceğini duyurduğu
sertlik, antisemitik dili ve ortaya çıkan bağlantıları nedeniyle bir çok kişinin
varlığından bile şüphe ettiği ya da varsa “devlet güdümlü” olduğuna inanılan bir
örgüt haline geldi Devrimci Karargâh. Liderliğini yurtdışında bulunan Serdar
Kaya’nın yaptığı öne sürülen DK, sol örgütler arasında da tartışma konusuydu.
Herkes böyle bir örgütün kurulduğundan, var olduğundan, kendilerine lojistik
destek veren PKK kamplarında silahlı eğitimler yaptıklarından ve yurtdışındaki
örgütlenmesinden haberdardı ama soru işaretleri de vardı. Bu soru işaretlerine hem
neden olan hem de arttıransa örgütün Ergenekon’la ilintili olduğuna dair çıkan
haberlerdi.
Cemaat medyası tedavüle soktu
Bostancı’daki çatışmadan bir süre önce DK adı, başta STV Haber olmak üzere
cemaat medyasında sıkça dile getirilmişti. Ergenekon’un birinci iddianamesinden
yola çıkılarak hazırlanan ilk haber 20 Mart 2009 günü yayınlandı. “Şok ifadeler”126
başlığıyla duyurulun haberde bazı örgütlerin Ergenekon’la bağının ortaya çıktığı
sürülerek yeni bir örgütün, DK’nin devreye sokulduğu öne sürülüyordu. “Şiddet
eylemlerinde bulunan Hizbullah, PKK, DHKP-C, MLKP gibi terör örgütlerinin
Ergenekon bağlantıları ortaya çıktı. Terör örgütlerinden kopmalar yaşanıyor.
Teröre bulaşmış kitleler kendi içlerinde sorgulamalara başladılar. Bütün bu
126 http://www.samanyoluhaber.com/h_224589_sok-ifadeler---izle.html
259
kaçışları yeni ve adı kirlenmemiş bir örgüt etrafında toparlamak ve ülkemizde akan
kanı devam ettirmek için DK diye bir örgüt çıkarılmıştır” denilen haberde örgütün
uyuşturucu kaçakçıları tarafından finanse edildiği öne sürülüyordu. 1998’de
Nizamettin Baybaşin ile birlikte uyuşturucu kaçakçılığı yapma suçundan
Hollanda'da, 2007’de de da kokain satma suçundan Türkiye'de yakalanarak
tutuklanan bir uyuşturucu kaçakçısının ifadelerine dayanılarak hazırlandığı
söylenen haberde, “Ben bazı devlet görevlileriyle görüşüyorum. Aldığım talimat
doğrultusunda ve onların bilgisi dâhilinde uyuşturucu kaçakçılığı yaparak DK terör
örgütünü finanse ediyorum'' diye ifade verdiği de iddia ediliyordu. Ergenekon
davasında gizli tanık olan uyuşturucu satıcısının ifadelerinde DK’nin eylem
planlarının da geçtiği belirtilen haberde, örgütün alınan karar doğrultusunda dağda
asker öldürmekle bir yere varılamayacağı ve Güngören eylemine127 benzer şekilde
şehirlerde kanlı eylemler gerçekleştirilerek kamuoyu oluşturulmak istendiği öne
sürülüyordu. İfadelerde DK’nin bazı sendikalarla bağlantılı olduğu iddia edilerek,
“DK terör örgütü mevcut hükümete karşı şiddet eylemlerini tırmandırırken, legal
alandaki uzantıları olan sendikalar da işçileri hareketlendireceklerdi. Legal ve
illegal eylemler birbirlerini destekler tarzda devam ettirilerek bu şekilde sonuç
alınması amaçlanıyor” deniliyordu.
Desa direnişini de Ergenekon örgütlemiş!!!
Aynı haber kanalı kısa süre sonra da bu “acar gazetecilik” başarısına devam etti.
Bir gün önceki haberinin kaynağı olan “muteber gizli tanığın” ifadelerinde geçen
Ergenekon bağlantılı sendika ve AKP hükümetini zor durumda bırakacak olan işçi
eyleminin de adı konulmuştu: Deri-İş Sendikası ve Desa direnişi.128 Fethullah
Gülen cemaatine bağlı STV Haber kanalında 22 Mart 2009 günü yayınlanan haber
“ETÖ’den akılalmaz oyunlar”129 başlıklıydı. Haberde öne sürülen ve bolca
Ergenekon sosuna bulanmış iddialar deyim yerindeyse deli saçması gibiydi. Her ne
kadar iddia olsa da, Ergenekon’la ilgili olduğu için kesin doğrular içeriyormuş gibi
sunulan haberde, “Ergenekon Terör Örgütü’nün, bazı sendikaları kullanarak işçiler
127 Güngören’de 27 Temmuz 2008’de bir çöp konteynırı ve yakınına konulan iki ayrı bombanın patlaması sonucu
biri doğmamış bebek 18 kişi ölmüş, 54 kişi de yaralanmıştı. PKK’nin düzenlediği öne sürülen saldırıdan sonra
gözaltına alınanlardan 9 kişi hakkında İstanbul 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde dava açılmıştı. Ancak olayla ilgileri
olmadığını belirten zanlılara da bombalı saldırıdan değil, PKK örgütü üyeliğinden dava açılması soru işareti
doğurmuştu. Saldırının asil failinin de yakalanamadığı açıklanmıştı.
128 Deri işçisi Emine Arslan, 8 yıl boyunca çalıştığı DESA’nın İstanbul Sefaköy’deki fabrikasından Türkiye Deri-İŞ
Sendikası’na üye olduğu ve diğer işçileri örgütlediği için 2008 Temmuzunda, hak ettiği alacakları da ödenmeden
işten çıkarıldı. Düzce’deki fabrikadan da 41 işçe aynı gerekçelerle işten atıldı. Düzce’deki işçiler 418, direnişin
sembol ismi olan Emine Arslan da Sefaköy’de 352 gün boyunca fabrikanın önünde her gün çadır kurarak eylem
yaptı. Uluslar arası kamuoyundan da destek gören eylemler sürerken açılan davalar işçiler lehine sonuçlandı.
Yargıtay’ın işçilerin haklı bulunduğu işe iade davasını onaması üzerine de eylem sona erdi.
129 http://www.samanyoluhaber.com/ShowNews.aspx?NewsId=224717&AspxAutoDetectCookieSupport=1
260
üzerinden akıl almaz oyunlar tezgâhladıkları ortaya çıktı” deniliyordu.
Ergenekon’un gizli tanıklarına dayandırılan haberde anlatılanlara göre Ergenekon’a
bağlı DK örgütü, sendikalar aracılığıyla işçileri sokağa dökecek ve kargaşa
çıkaracaktı. Böylece legal eylemler illegal eylemlerle desteklenerek hükümet zor
durumda bırakılacaktı. Gizli tanığa göre terör örgütü, mevcut hükümete karşı şiddet
eylemlerini tırmandırırken, legal alandaki uzantıları işçileri hareketlendireceklerdi.
Tüm bunlar anlatılırken, ekranda ise yüzü maskeli bir kişi gösterilerek habere
inandırıcılık katılmaya çalışılıyordu. Bir süre daha örgüt hakkında bilgi veren
haberde, “Sendikaların desteği ile işçilerin işsiz kalmasını ve böylece krizin
derinleşmesini planlayan Ergenekon’un oyunu, gizli tanık ifadelerinde ayrıntılı bir
şekilde yer alıyor. Türkiye’nin en önemli deri firmalarından birinin yönetim kurulu
başkanı, oynanan sendika oyunun bakın nasıl anlatıyor” denilerek söz DESA
deriye getiriliyordu.
“İşte bu tezgâh, Türkiye’nin en köklü tekstil firmalarından Desa Deri’de de
uygulanmaya çalışılmış. Çok iyi şartlarda çalışan işçilerin bir kısmı ortada hiçbir
sorun yokken iş yavaşlatmaya başlamış” denildikten sonra da söz Desa patronu
Melih Çelet’e veriliyordu. Çelet de sanki işçiler ve sendika Ergenekoncuymuş gibi
konuşuyordu.: “Bir anda çok iyi giden huzurlu bir iş ortamı, bir takım işi
yavaşlatma işi bozmayla ilgili bazı arkadaşlarımız tarafından bu hareketler
başlayınca ilk önce uyarılarımızı yaptık. Tekrar aynı huzuru ve iş etiği açısından
gerekli iş ortamına tekrar dönülmesi için çaba gösterdik... İş akdi feshedilenler
kapının önüne çıktılar ve bir direniş başlattılar. Bu direniş sırasında ve
kendilerinin sendika mensubu olduklarını ve bundan dolayı da iş akitlerinin
feshedildiği savı ile firmaya karşı dava açtı… Bunlardan bir kısmı sendika
mensubuymuş bir kısmı da iş akdi feshedildikten sonra aynı gün ve ertesi gün
sendika mensubu olmuş.”
Herhangi bir belgeye, resmi bir bilgiye dayanmayan bu haberle, fabrikasında
çalışan işçileri sendikaya üye oldukları için işten atan Desa Deri patronu STV
ekranlarından aklanmaya çalışılıyordu. Desa Deri’deki direnişin sembol ismi haline
gelen ve haberde Ergenekon’la ilintili olduğu iması yapılan Emine Arslan bir basın
toplantısı yaptı. Patronunun kendisine daha önce de vatan haini ve terörist dediğini
aktaran Arslan, “Tamamen yalan ve uydurma bu habere göre anayasal hakkımı
kullanmak suç gibi gösterilmiş. Peki, bu hakkı kullanmanın engellenmesi suç değil
mi? Madem işyerinde huzur vardı neden öğlen yemeğine çıkarmıyordu, neden
günlerce evimize gidemiyorduk, neden emeğimizin hakkını alamıyorduk. İşsizlik
korkusundan işçiler sesini çıkarmayınca o da huzur var sanmış galiba” diyordu.
Kısa süre sonra cemaat medyasının assolisti Zaman Gazetesi de koroya dâhil
oluyordu. Fatih Uğur imzalı, “Müthiş iddia: Devrimci Karargâh'ı Ergenekon
261
kurdu”130 başlıklı haber aslında STV Haber’de yayımlananla aynı içerikteydi.
Cemaatin televizyonunda görsel olarak hazırlanan haber, Zaman gazetesi
aracılığıyla da bu kez yazılı hale getirilmiş ve DK’nin, “Ergenekon'un kullandığı
PKK, Hizbullah, DHKP/C ve MLKP gibi terör örgütlerinin işlevsizleştiği
gerekçesiyle kurulduğu” öne sürülmüştü. Haberdeki bir başka ayrıntı ise, Zaman
gazetesinde de tıpkı diğer medya organlarında olduğu gibi daha önce PKK’nın
yaptığı yazılan Güngören saldırısını bu kez DK’nin yaptığı öne sürülüyordu.
Gözaltına alınan gizli tanık ve sanık ifadelerine göre yazıldığı belirtilen haberde
Güngören saldırısı Ergenekon’la da bağ kurularak şöyle yer aldı: “Ergenekon terör
örgütü soruşturması kapsamındaki 7. dalga, 1 Temmuz 2008'de gerçekleştirildi.
Emekli orgeneraller Şener Eruygur ve Hurşit Tolon'un da aralarında bulunduğu
çok sayıda kişi gözaltına alındı. Söz konusu operasyondan 26 gün sonra, 27
Temmuz 2008'de İstanbul Güngören'de korkunç bir bombalı saldırı düzenlendi.”
Fethullah Gülen’e Siyonist yakıştırması
STV Haber’le başlayıp Zaman gazetesiyle devam eden haberler cemaat bağlantılı
tüm yayınlarda ve internet sitelerinde yer almıştı. Derken, 24 Mart 2009’da
Ergenekoncu olmakla suçlanan DK de bir bildiri131 yayımlayarak hem haberi
yalanlıyor hem de AKP ve Fethullah Gülen’i ağır sözlerle eleştiriyordu:
“Fethullahçı medya karşı devrimin topyekûn saldırır borazanının çaldı!” başlıklı
bildiride Fethullah Gülen siyonist olmakla suçlanıyordu. “İt ürüyor, demek ki
kervan yürüyor” diye nitelenen haberlerle ilgili de, “Fethullahcı medyanın tipik
sofu alıklığının ürünü ilkel demagoji ve yalanlardır... Ekonomik kriz Ergenekon
çuvalının içine konularak örtülmeye çalışılıyor… STV Haber kanalının yayınları,
işçi sınıfına yönelik saldırıların başlayacağının göstergesidir” denilerek, Fethullah
Gülen ve cemaatinden “Amerikancı – Siyonist” diye bahsediliyordu. Bildiride,
Desa direnişi için de, “Bizim ne yazık ki yiğit Desa işçilerinin örgütlenmesinde ve
direnişinde herhangi bir katkımız olmadı. Onlara ve mücadelelerine duyduğumuz
saygı, sempati ve gönül bağının dışında organik bir ilişkilenmemiz de olamadı.
Keşke olabilseydi… Devrimci Karargâh, Desa işçisiyle gıyaben de olsa siper
yoldaşlığını paylaşmaktan onur duymuştur, büyük güç almıştır.”
Naklen yayınlanan çatışma
Bu haberlerden bir ay sonra, 27 Nisan 2009’da da meşhur Bostancı baskını ve
çatışması gerçekleşti. 1977 katliamından sonra ilk kez Taksim’de kutlanması
kesinleşen 1 Mayıs öncesinde yaşanan bu çatışma ilginç bir şekilde TV kanallarının
130 Zaman Gazetesi, 23 Mart 2009
131 http://www.devrimcikarargâh.com/07nolu.html
262
naklen yayımlamasına izin verilerek gerçekleşti. En sıradan olayda dahi çevre
güvenliğini yüzlerce metre öteden alan polis, kameramanlar başta olmak üzere tüm
gazetecilerin çatışma bölgesine girmesine izin verdiği gibi görev gereği değil
meraktan çevrede biriken vatandaşlara da sesini çıkarmamıştı. Bu nedenle de zaten
olayları izleyen 16 yaşındaki bir çocuk ölürken, NTV kameramanı İlhan Kandaz da
hafif yaralanmıştı. Başkomiser Semih Balaban’ın da öldüğü çatışmada 8 polis de
yaralanmıştı. Aylar süren Ergenekon soruşturmasının ortaya çıkan iddianamesiyle
dolaşıma sokulan DK örgütü, cemaat medyasının haberleriyle de Ergenekon’la
ilintilendirilmiş nihayetinde de herkesin naklen izlediği 6 saatlik bir çatışmayla
belleklere kazınmıştı. Orhan Yılmazkaya’nın öldürüldüğü çatışmanın yaşandığı ev
de dâhil olmak üzere 60 ayrı adrese operasyon düzenlenmişti. Gözaltına alınan 40
kişiden 29’u, naklen yaşanan çatışma görüntülerinin dehşetiyle de, adeta sorgusuz
sualsiz tutuklanmıştı. Yapılan aramalarda ve incelemelerde örgütün Türkiye
sorumlusu olduğu belirtilen Orhan Yılmazkaya’nın gazetecilik ve editörlük yaptığı,
hamamlar üzerine yazdığı kitabına tanıtım kokteyli yapıp televizyona çıktığı da
belirlendi. Yılmazkaya’nın örgüt sürecinde PKK kamplarında askeri eğitim alırken
yaptığı konuşmalar ve kamptaki günlerini anlatan adeta bir belgesel kıvamındaki
video kayıtlarını bulunması da illegaliteye geçmiş biri için tuhaftı. Bu arada
DK’nin ne kanlı bir Ergenekon bağlantılı örgüt olduğuna yönelik haberlerden de
geçilmiyordu. Vatan Gazetesi İnternet Yayın Editörü Aylin Duruoğlu da
tutuklananlar arasındaydı. Tıpkı diğerleri gibi mahkeme önüne çıkabilmek için
neredeyse 1 yıl beklemiş ve ilk duruşmada tahliye edilmişti.
DK ile Ergenekon arasındaki bağı itirafçılar kurdu
Devrimci Karargâh, Ergenekon’un üçüncü iddianamesindeki gizli tanık ve
itirafçıların ifadelerinde PKK’dan kaçanların sığındığı şehir yapılanması olarak
gösteriliyordu. Bir gizli tanığa göre de DK, Ergenekon’un kullandığı Hizbullah,
DHKP/C ve MLKP gibi terör örgütlerinin işlevsizleştiği gerekçesiyle kurulmuştu.
Polis raporlarında altı çizilen kuşkular, gizli tanık ve itirafçı ifadeleriyle de
Ergenekon’un denetiminde olduğu izlenimi uyandırılsa da DK daha çok
Ergenekon’la ilintili gibi gösterilmeye çalışılan ve bu amaçla bir takım emareler
ortaya atılan devlet denetiminde bir örgüt gibi görünüyordu. Zaten itirafçı ve gizli
tanıkların ifadelerini doğrulayacak delillerin bulunmasını sağlayacak ihbar 15
Temmuz 2009’da, İstanbul polisine yapıldı. Elektronik posta yoluyla gönderilen
ihbarda bazı denizci askerlerin Gölcük’teki ev adresleri de verilerek uyuşturucu
ticareti yaptıkları öne sürülüyordu. İhbar üzerine 17 Temmuz 2009’da polis hepsi
de Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’nda rütbeli askerlere ait olan birçok eve baskın
düzenledi. Sonradan hepsi de Ergenekon sanığı olan Yiğithan Göksu, Yakut Aksoy,
Ülkü Öztürk, Tarık Ayabakan, Sinan Efe Noyan, Sezgin Demirel, Oğuz Dağnık,
263
Mehmet Orhan Yücel, Koray Kemiksiz, Halit Mehmet Ergül, Fatih Göktaş, Faruk
Akın, Burak Özkan, Burak Düzalan, Burak Amaç, Barbaros Mercan, Alperen
Erdoğan, Ali Seyhur Güçlü’nün evlerinde yapılan aramalarda 100 adet fişek ile 500
gram patlayıcı maddenin yanı sıra az miktarda esrar, ectasy ve captagon haplar ile
Abdulah Öcalan bazı kitapları ve içlerinde çok sayıda örgütsel doküman olarak
değerlendirilen belgeler ile fişleme kayıtlarının yer aldığı taşınabilir hafıza kartları
bulduğu açıklandı. Teğmenlerin yapılan adli tıp muayenelerinde uyuşturucu
kullandıklarını gösteren bir emareye rastlanmasa da polis dijital hafıza kartıyla
ilgili yaptığı incelemede denizci askerlerle Devrimci Karargâh örgütü arasında bağ
kuracak delillere ulaştığını öne sürüyordu. Hafıza kartında yer alan dokümanların
yapılan incelemesinde ise adeta 2 ay sonra yurtdışından elektronik posta yoluyla
gönderilecek olan DK ile ilgili ihbarı doğrulayacak bulgular elde edilmişti. Hafıza
kartında DK örgütünün bildirileri, PKK’nin silahlı kanadı HPG Ana Karargâh
Komutanlığı’nın yaptığı bazı açıklamalar, Bostancı’da polisle girdiği çatışmada
öldürülen Orhan Yılmazkaya’nın konuşma kayıtları ve video görüntülerinin de
bulunduğu tespit edilmişti. Ayrıca bazı fişleme kayıtları ile DK ile bağlantılı
“Karargâh Evleri” diye anılan bir takım adresler ve evde kalacak kişilere ilişkin
görevlendirmeler yapıldığının tespit edildiği de iddia ediliyordu. Ancak bu hafıza
kartlarının, söz konusu olan askerlerin hiçbirinin bilgisayarında kullanılmadığı
ortaya çıkacaktı.
Hafıza kartının içinde, bahriyeli subaylar ile Devrimci Karargâh örgütü arasında
bağ kurulmasına neden olan “Nisan Bülteni” isimli belge de yer alıyordu. Söz
konusu belgede “Başkanımızdan” başlığı altında, “Tarihte olduğu gibi yine
devrimci Harbiyeliler emperyalist güçlerin oyunlarını bozacaktır. Elleri kolları
bağlanmış hareketsiz hale gelmiş komutanlarına tekrar mücadele kararlılığını
kazandırmak için yaratıcı motor gücü olacaklardır. Selam olsun devrimci
karargâhın aydınlığını rehber edinen tüm kardeşlerime” ifadeleri yer alıyordu. Aynı
belgede “Doğu Perinçek Başkanımızın Emirleri” alt başlığı altında Ergenekon
sanıklarından Perinçek tarafından emir ve talimatların verilerek örgüt tabanına
aktarıldığı öne sürülen şu ifadeler yer alıyordu: “Moraller ve motivasyon zirvede
tutulsun bu konuda her türlü faaliyet organize edilsin. İçerdekilere ve ailelerine
yardımlar aksatılmasın ihtiyaca göre aidatlar arttırılsın. Atlas güvenlik, E.A. ve
diğer emekliler hainleri bulmada aktif kullanılsın. Levent Bektaş’ın ekiplerinin
yerine yeni ekipler kurulsun. Yeni timlerin oluşturulmasını Mücahit Erakyol Albay
organize etsin. Poyrazköy’de kalan malzemeler korunaklı bölgelere dağıtılsın.
Karargâhın emri olmadan hiçbir operasyonel eylem yapılmayacak bu konuda son
emir yetkisi Levent Bektaş’ındır. Genç subayların fikri altyapılarının ve
ideolojilerinin sağlam temellere oturabilmesi için eğitim ve kamp çalışmaları
yapılsın, bu bağlamda doküman ve materyallerin ulaştırılma kanalları kontrol
edilsin. Yayınlar takip edilip çözümlemesi yapılmalı. Genç teğmenler arasında
264
taban çalışmaları için A.Y.’in ekibi harekete geçirilecek. İnternet yoğun bir şekilde
propaganda faaliyetleri için kullanılacak. Devrimci Karargâh’taki çekirdek
kadronun evleri ile Aydınlanma ve yeni adam kazanma evleri birbirinden
ayrılacak, irtibatları kesilecek. (Devrim fikrinin genç subaylar arasında geniş
tabana yayılması için yeni projeler geliştirilecek). Emirlerin iletiminde köprü
elemanlar kullanılacak. Deşifre olanlar derhal görevden alınacak Karargâh dışı
görevler verilecek. Aydın Ortabaşı, ÇYDD’den gelen parasal kaynakların
miktarlarının Perinçek’in emirleri doğrultusunda artırılması. Diğer parasal kaynak
konusunda yeni satış kanalları (maddeler) oluşturulacak. Aydın Ortabaşı’nın
mezun ettiği kız öğrenciler, yapının sivil tabanına, hızlı bir şekilde kazandırılması
için organizasyonlar yapılacak. Devrimci teğmenlerin yeteneklerini artırıcı
eğitimlerden geçirilecek, emir ve görevler yeteneklerine göre verilecek. Yandaş
medya ve onları yönlendirenler Komutanlarımızı kuşatmışlardır. Devrimci
Subaylar Komutanlarımıza dinamizm kazandıracak eylemleri hayata geçirecektir.”
Denizci teğmenlerin evinde bulunduğu öne sürülen hafıza kartındaki “Nisan
Bülteni” ile “Başkanımızdan” başlıklı dokümanlar, Yılmazkaya’nın öldürüldüğü
operasyonlarla ilgili tutuklananlar hakkında 15 Ağustos 2009’da hazırlanan
Devrimci Karargâh Davası iddianamesinde de yer alıyordu. İki metin arasında
farklılıkların olduğu belge, Devrimci Karargâh İddianamesi’nde ise şöyle yer
alıyordu:
“Nisan Bülteni isimli bir sayfadan oluşan ve ‘Başkanımızdan’ başlıklı belgede
‘Doğu Perinçek Başkanımızın emirleri’ altbaşlığı ile devam eden maddeler
arasında şüpheli Aylin Duruoğlu’nun (Devrimci Karargâh soruşturmasında
tutuklanan Vatan gazetesi çalışanı) tahliye kampanyalarına genç teğmenlerin
destek vermesinin istenildiği, bu konuya ilişkin de ‘S.D. organize edecek’ şeklinde
ibarelerin bulunduğu, yine aynı belgeler içerisinde ‘başkandan gelen emirler
doğrultusunda yapılan görevlendirmeler’ başlığı altında Devrimci Karargâh terör
örgütüne yönelik çalışma ve belgelerin bulunduğu anlaşılmıştır.”
Denizci teğmenler Barbaros Mercan, Sinan Efe Noyan ve Faruk Akın’ın
Değirmendere’deki evlerinde yapılan aramada ise iddiaya göre buzdolabının arka
kısmındaki motor bölümünde siyah poşet içerisinde biri siyah, diğeri beyaz iki
poşet daha bulunmuştu. Bu poşetlerin içinde ise, “Alb. Tayfun Duman’dan gelecek
fizibiliteye göre Uğur ve Metin Paşa’ya yapılacak operasyonun detay ve tarihlerini
Levent Bektaş, Orhan Yücel Albay üzerinden iletecek. Size teslim edilen
malzemeleri korunaklı bir yerde tutunuz” yazılı bir not kâğıdı da ele geçirildi. Polis
Laboratuvarı’nda yapılan incelemede yazının 19 sanıktan hiçbirinin el ürünü
olmadığı tespit edilse de teğmenler hakkında eski DKK Metin Ataç ile dönemin
donanma komutanı ve sonradan DKK olan Eşref Uğur Yiğit’e ‘suikast’ yapılacağı
iddiasıyla oluşturulan amirallere suikast iddianamesinin sanıkları oldular. Sanık
bahriyeliler tüm suçlamaları reddederken, evlerinde bulunan uyuşturucu ve içinde
265
örgütsel dokümanlar bulunan hafıza kartlarının da aramalar sırasında polis
tarafından yerleştirildiğini savunsalar da tutuklanmaktan kurtulamadılar. Ergenekon
bağlantılı Poyrazköy iddianamesinde de DK ile Ergenekon arasındaki bağlantıyı
Tuğamiral Levent Görgeç’in sağladığı da öne sürülmüştü. Poyrazköy
İddianamesi’nde yer alan bir belgede, “Devrimci Karargâh’taki çekirdek kadronun
diğerleri ile olan bağlantılarının yapıya zarar vermeyecek şekilde ayrıştırılmasını
Levent Görgeç sağlayacak” deniliyordu.
Devrimci Karargâh kimin karargâhı?
Teğmenlerin evinden video görüntüleri ve konuşma kayıtları çıktığı öne sürülen
Yılmazkaya’nın ölümü üzerine örgütün Türkiye’deki sorumlusunun kim olduğuna
dair tevatürler dışında bir bilgi olmasa da, gözaltına alınıp tutuklandıktan sonra
medyada yer alan haberlere göre bu ismin Ulaş Erdoğan olduğu iddia edildi. Ulaş
Erdoğan’ın polisteki kaydı hırsızlık ve resmi belgede sahteciliğin yanı sıra MLKP
davasındandı. Bu örgütle ilintili olduğu gerekçesiyle 1995’te tutuklanıp yaklaşık
1,5 yıl cezaevinde kalmış ve beraat etmişti. MLKP’den de cezaevindeyken
kopmuştu. Tahliye olduktan 2 ay sonra da ülkücü kimliğiyle bilinen Düzceli bir
Çerkez tanıdığı aracılığıyla gittiği Çeçenistan’da, Vahabilik temelli bir bağımsızlık
mücadelesi veren Çeçenlerin safında Ruslara karşı 14 ay boyunca savaşmıştı. 1998
sonunda da illegal şekilde karayoluyla Türkiye’ye dönüp hemen askere giden
Erdoğan, teskeresinin ardından da ÖDP içinde faaliyet yürütmüş sonra da DK’li
oluvermişti. Bu süreçte de kardeşinin kimliğiyle dolaşıp pasaport alan ve illegal
yollardan Yunanistan, Azerbaycan ve Gürcistan’a gidip gelebilen ve hiç birinde
yakalanmayan Ulaş Erdoğan, gelen bir ihbar maili üzerine başlatılan çalışmalar
sonunda da polis tarafından gözaltına alınıp tutuklanmıştı.
Ulaş Erdoğan 2 Ekim 2009’daki polis ifadesinde, medyada yazıldığı gibi DK’nin
Türkiye sorumlusu olmadığı belirterek ilginç şeyler anlattı. Daha önce MLKP
davasından tutuklanıp beraat eden Erdoğan, Adapazarlı bir Çerkez tanıdığı
aracılığıyla da Çeçenistan’a gidip savaşmıştı. İşçi olduğunu belirten Erdoğan,
Çeçenistan dönüşü askere gidip gelmiş sonra da babasından ötürü tanıdığı Serdar
Kaya ile bağlantı kurarak DK örgütü üyesi olmuştu. Basın-İş Sendikasının
yöneticilerinden olan babası Rüştü Erdoğan, 1980 darbesi sonrasında 8 yıl
cezaevinde kalan Ulaş Erdoğan, ortak bir tanıdıkları vasıtasıyla Serdar Kaya’nın
elektronik posta adresini edindiğini ifadesinde anlattı. Bir süre yazışmalarının
ardından Kaya’nın kendisine yeni bir oluşumdan bahsettiğini ve yüzyüze konuşmak
için de 2009 Ağustos’unda, kardeşinin kimliğini kullanarak aldığı pasaportla gittiği
Hırvatistan’da bir araya geldiklerini belirten Kaya, “Zagrep’te buluştuk. Yanında
Rıza ve İlhan adında 2 kişi daha vardı. Bana adının DK olduğu yeni oluşumu ve ne
yapmak istediklerini anlattılar. Eski solun pasifize olduğunu, ucuz Beyoğlu
266
solculuğuna 1 bütün bunları da DK gibi savaşçı bir yapının gerçekleştirebileceğini
söylediler. Ben de beraber hareket edebileceğimizi söyledim. Ertesi gün de
Türkiye’ye döndüm” dedi. (Polise verdiği ifadesinde Hırvatistan’a gittiğini söylese
de Erdoğan, … İlk duruşmada Zagreb’e gittiğini, ancak pasaport kontrolünde
kapıdan çevirildiğini saklamadı. Erdoğan’ın bu açıklaması, pasaportundaki girişine
izin verilmediğine ilişkin ibareyle de kanıtlandı.)
Serdar Kaya tarafından İzmir, Denizli ve Aydın illerini kapsayan Ege bölgesi
sorumlusu tayin edildiğini belirten Erdoğan bu amaçla sık sık söz konusu illere
giderek liseli gençleri örgütlemeye çalıştığını söyledi. Zagreb dönüşünde elektronik
posta yoluyla gelen bir talimat üzerine Kartal’da buluştuğu tanımadığı 70
yaşlarındaki bir adamın kendisine bir hafıza kartını verdiğin belirten Erdoğan,
“Evde incelediğimde içinde DK konferans belgeleri; askeri milis ve legal alandaki
yapılar ile çalışma şekillerinin yanında bir de şifreli yazışma ile ilgili bir anahtarın
bulunduğunu gördüm. Ayrıca bomba yapımı ile ilgili bilgiler de mevcuttu. Ama ben
Çeçenistan’da savaştığımdan askeri konularda kendimi yeterli görmekteydim” diye
ifade verdi.
Hafıza kartının içinde yapılması gereken eylemlerden de bahsedildiğini anlatan
Erdoğan kendisinden DK ve Ergenekon ilişkisi hakkındaki yayınlardan dolayı
Zaman gazetesi, işçi ölümleri nedeniyle tersane sahiplerine, Kürt sorunuyla ilgili
demokratik açılım konusunda da İstanbul ve Ege’deki limanlarda bulunan yatların
kundaklanarak yakılması ve zengin semtlerde lüks araçların yakılması eylemlerinin
yapmasının istendiğini söyledi. Ancak kaya ile yaptığı yazışmalarda bu eylemlerin
yanlış olduğunu ve örgütlemeye çalıştığı gençleri bu saldırılarda kullanmayacağını
söylediğini belirten Erdoğan, Mehmet Ağar’ı uzun namlulu silahla vurma teklifinde
bulunduğunu anlattı. Kaya’nın bu teklife, “Asla olmaz” diyerek tepki gösterdiğini
belirten Erdoğan, “Benden istenen eylemleri Serdar Kaya’yı oyalayarak
yapmadım. Bu eylemlerin Kürt açılım sürecinde yapılmasının istenmesi, Mehmet
Ağar’a yönelik eyleme karşı çıkılması ve DK örgütü ile Ergenekon arasında
bağlantı olduğuna yönelik basında yer alan haberler ben de çeliş doğuruyordu.
Zaten Serdar Kaya ile ilgili 1990’lı yıllardan beri derin ve karanlık bağlantıları
olduğu yönünde kuşkularım vardı. Daha doğrusu net bilgilere dayanan kuşkulardı.
Kaya’nın JİTEM yetkilileriyle görüşürken görüldüğünü babamdan duymuştum.
Ayrıca Sarp Kuray’ın Beşiktaş’ta MİT görevlileriyle birkaç kez görüşürken
görülmesi ve bu görüşmelerden birinin video kaydının derin ilişkiler kanalıyla
Serdar Kaya’ya ulaşması gibi konuları bildiğimden artık midem bulanıyordu”
iddialarında bulundu. Serdar Kaya’nın verdiği eylem talimatları ve DK’nin
yaptıklarının da Kaya’nın JİTEM bağlantısıyla ilgili şüpheleri net olarak
doğruladığını vurgulayan Erdoğan, “Serdar Kaya’nın devrime ve devrimci
mücadeleye hizmet etmeyecek ancak Ergenekon çetesinin istekleri ve beklentilerini
karşılayacak eylemlere bizi yöneltmeye çalışması kabul edilir değildi. Serdar
267
Kaya’nın talimatıyla buluştuğum bir kişinin belinde şarjörünün altında Türk
bayrağı olan bir tabanca vardı. Bana , ‘Türkiye kazanını karıştıracağız’ diyen bu
kişinin derin ve karanlık ilişkilerde olan birisidir diye düşünüyorum” diyordu.
Ancak mahkeme aşamasında Ulaş Erdoğan, polis sorgusunda avukatı Rasim Öz’ün
yönlendirmesiyle bu şekilde konuştuğunu belirterek verdiği ifadeyi tamamen
reddetti. 3 Haziran 2010’daki bu ilk duruşmada poliste verdiği ifadelerin tümünü
reddeden Erdoğan işkence gördüğünü öne sürüyordu. Kendisinden çıkmayan
birçok belge ve bilgiye ilişkin ifadeler imzalatıldığını öne süren Erdoğan, “A4
kağıdına hazırladıkları evrakları gösterip ezberlememi istediler. Arkadaşlarımın iyi
olup olmadığını bilmeden yapmayacağımı söyledim, kameralardan gösterdiler. 4
gün avukat görmedim. 3. Gün gözüm bağlıyken karşıma birini oturttular ve
Ergenekon bağlantılarını anlattı… Serdar Kaya sadece baba dostumdur. Ne
hukukumuz, ne de politik birlikteliğimiz vardır… İfadelerime Sarp Kuray’ı
yerleştirmişler ama bu şekilde ifade vermedim. Sarıyer’de Ergenekoncu Ayhan
diye biriyle buluşmadım… Bu operasyon fiyaskodur. Suç üretilmiştir. Semih
Balaban’ın intikamını alacağız diye bağırdılar” diyecekti. Mahkeme dosyasına
giren elektronik posta yazışmaları, kurduğu ilişkiler, paraya karşı zaafı ve
yalanlarına bakılırsa Ulaş Erdoğan devrimci faaliyet yürüten bir örgüt üyesinden
ziyade, yasadışı bir örgütü dolandırmaya çalışan bir profil çiziyordu. Bunu
yaparken de çevresinde kendisine selam verenleri dahi haberleri olmadan
yalanlarına ortak ederek, herkesin başını yakmıştı.
Yine elektronik posta ihbarı
Ulaş Erdoğan’ın gözaltına alınıp tutuklandığı operasyon 29 Eylül 2009’da
yapılmıştı. İstanbul, Ankara, Denizli, Aydın ve Diyarbakır’da 18 ayrı eve yapılan
operasyonların gerekçesi ise, “devlet büyüklerine suikast hazırlığı yapıldığı”
şeklindeki ihbar ve tespitler olarak açıklanmıştı. Her ne kadar Erdoğan kabul
etmese de polis fezlekesinde örgütün Türkiye sorumlusu olduğu ve kendisine bağlı
milis grubunun çökertildiği ifade ediliyordu. Erdoğan’ın yukarıda belirtilen
sorgusunda anlattığı eylemlerin yanı sıra uçak kaçırılacağı da belirtiliyordu. Suikast
düzenlenecek devlet büyükleri de Mehmet Ağar ve eski İstanbul Emniyet Müdürü
Celalettin Cerrah olarak yer almıştı. Basına “11 Eylül benzeri saldırı yapacaklardı”
ya da “Mehmet Ağar’a suikast planlamışlar” diye yer alan haberlere konu olsa da
ilginçtir sanıkların hiç birine polis sorgusunda bu konuda tek bir soru
yöneltilmemişti.
Polisin, suikast hazırlığında olduğuna yönelik tespitinin kaynağı ise Ergenekon
soruşturmalarında sıklıkla karşımıza çıktığı şekilde, operasyondan 1 ay önce 30
Ağustos 2009’da polise yine bir elektronik postayla yapılan ihbardı. Bu tür illegal
yapılarda yer alanların bilgisi sorumluluk alanıyla sınırlı iken ihbarı yapan kişi
268
ilginçtir neredeyse örgüte ilişkin tüm ayrıntıları biliyordu. Aynı zamanda ihbarında
isim ve eşkâl vermeden Kocaeli’nde askerlerden yardım aldıklarını da öne süren
meçhul ihbarcının iddiaları ile bazı “muteber itirafçıların” DK’nin Ergenekon
denetiminde olduğuna ilişin ifadelerinin medyayla servis edilmesiyle birlikte
Ergenekon soruşturmasında tutuklanan denizci subaylarla DK arasında kurulan bağ
kamuoyu nezdinde de doğrulanarak “meşru” hale gelmiş oluyordu. DK örgütü
içindeyken 27 Nisan 2009 operasyonu sonrası bazı asker şahıslar tarafından
yurtdışına çıkarıldığını belirten ihbarcı Türkiye’den çıkışı ve Avrupa’da
yaşadıklarıyla örgütün derin yapılarca kullanıldığını anladığını söylüyordu. Orhan
Yılmazkaya’nın öldürüldüğü Bostancı operasyonu sırasında Emniyet, MİT ya da
askeriye içinden bir yetkilinin, “bulunduğunuz yeri terkedin” uyarısıyla kaçtıklarını
belirten ihbarcı bu konuyu örgütün Avrupa’daki yöneticisine sorduğunda da
Emniyet ve MİT’i ima eden doğrular nitelikte cevap aldığını söylüyordu. Örgütün
elinde bulunan silah, patlayıcı ve mühimmatın Ergenekon yapılanması tarafından
verildiğini öne süren ihbarcı, “Bize PKK tarafından İstanbul’da birçok silah
patlayıcı verildi. Ama en son bir askeri yetkili tarafından çok miktarda askeriyeye
ait silah, patlayıcı ve teçhizat verildi. Biz üslerimize neden bunlardan silah alıyoruz
dediğimizde, ‘Askeriye içinde solcu subaylar var onlar bize destek sunuyorlar’
denildi. Ama görüyorum ki bizi yurtdışına çıkartanlar da bize silah mühimmat
verenler de Ergenekon’un ta kendisi ve bu örgüt Ergenekon ve PKK kontrolünde ve
denetiminde bir yapı” diyordu. Kürt sorununa ilişkin demokratik açılımın
konuşulduğu süreçte yeni eylemliliklere girileceği anlatılan ihbarda, PKK’nın
batıda yaptığı eylemlerin DK tarafından üstlenileceği de belirtiliyordu. İlk önce
Mehmet Ağar’ın hedef olduğunu ancak Bostancı operasyonundan sonra bundan
vazgeçilerek Celalettin Cerrah’ın öncelikli hedef haline geldiğine de yer verilen
ihbarda bu konu, “Eğer Orhan Yılmazkaya öldürülmesiydi kendi timiyle birlikte
Mehmet Ağar’a suikast planlıyorlardı. Ama bu Orhan Yılmazkaya’dan sonra
değişti. Önceliği Celalettin Cerrah aldı. Bu eylemi Orhan Yılmazkaya Müfrezesi
adı altında İstanbul’da konuşlandırılan çok iyi eğitim almış DK savaşçıları
tarafından gerçekleştirilecek. Bu yüzden son bir ay içerisinde İstanbul’a A4
patlayıcı gönderildi. Celalettin Cerrah’la ilgili tüm istihbarat çalışmaları MİT’ten
ve askeriyenin bir kesiminden geliyor” diye anlatılıyordu. Örgütün Merter ve
Bahçelievler’de bulunan hücreev ve silahların konulduğu depolarından da
bahsedilen ihbarda DK’yi Ergenekon’un yönettiği, emirlerin bazı asker şahıslar
üzerinden yurtdışına ve oradaki aktif kadrolar vasıtasıyla da kuryelerle militanlara
ulaştırıldığı da anlatılıyordu. Bir Avrupa ülkesinde sığınmacı statüsünde olduğunu
belirten ihbarcı elektronik postasında Türkiye’deki militanlara para aktarımının da
Western Union aracılığıyla yapıldığını anlatıyordu. Bu ihbardan sonra polis DK’ye
yönelik ikinci en büyük operasyonunu gerçekleştirmişti. Gözaltına alınan Erdoğan
da tesadüf bu ya ihbarda yer alan konulara benzer ifadeler vermişti. Mehmet Ağar’a
269
yönelik suikast yapmak istediğinden bahseden Erdoğan, Ergenekon’un denetiminde
olduğundan kuşkulandığı örgüt adına kendisine yurtdışından Western Union
aracılığıyla bir kaç kez para gönderildiğini de anlatmıştı.
Olmaz demeyin size de çıkabilir
DK ile ilgili 1 Ekim 2009 tarihli ilk iddianamede 17 kişi hakkında dava açılmıştı.
Ulaş Erdoğan’ın da aralarında bulunduğu 18 kişinin gözaltına alınıp 8’inin
tutuklandığı operasyonlarla ilgili iddianamede 11 Şubat 2010’da kabul edildi. Ulaş
Erdoğan’ın ifadelerine dayanılarak hazırlanan polis fezlekesinden yola çıkılarak
hazırlanan iddianamede DK’nin Ergenekon’un taşeron yapılanması olduğu
vurgulanıyordu. İddianamenin ek delil klasörleri arasında ise polisin HTS kayıtları
üzerinden yaptığı araştırma sonucunda bazı DK sanıklarının, kimi Ergenekon
sanıklarıyla “dolaylı yoldan görüştükleri” de iddia ediliyordu. Yani DK sanıklarının
tanıdığı ancak Ergenekon ya da DK davalarında sanık ya da şüpheli konumunda
olmayan kişilerin kimi Ergenekon sanıklarıyla da telefon irtibatları olduğu
anlamına geliyordu. Ama bu ilişki ağı özellikle cemaat medyasında, Ergenekon’la
DK arasındaki irtibatı gösteren delil gibi kamuoyuna aktarıldı. İlk iddianamede
özellikle gazeteci Aylin Duruoğlu’nun, üniversite döneminden arkadaşı olan Orhan
Yılmazkaya ile bir kez buluşup çay içmesi üzerine tutuklanıp sanık olması çok
eleştirilmişti. İkinci iddianamenin sanıklarıyla ilgili en az bu kadar garip ilişki ağını
gösteren bir haber de Radikal gazetesinde İsmail Saymaz imzasıyla yayımlanmıştı.
“Devrimci Karargâh'ta ikinci perde: Sevgili de sanık, arkadaş da”132 başlıklı haber
ilgili ilgisiz herkesin Ergenekon ya da DK soruşturmasının sanıkları arasında yer
alabileceğini kanıtlıyordu adeta. “Bostancı çatışmasından sonra yeniden
yapılanmaya giriştiği öne sürülen Devrimci Karargâh'ın ikinci iddianamesi de ilki
gibi geniş bir sanık yelpazesinden oluşuyor: Sanığın sevgilisi, onun okul
arkadaşları, onların sevgilileri, iş arkadaşları...” denilen haberde, “Bostancı’daki
çatışmadan sonra yeniden yapılanmaya girişen yasadışı Devrimci Karargâh’a
(DK) yönelik ikinci operasyonun iddianamesi hazırlandı. Sekizi tutuklu 18 sanıklı
ikinci iddianame, ‘Bir kez yemek yemek, iki kez buluşup çay içmek’ gibi ilişkilerin
‘örgütsel bağ’ sayıldığı ilk iddianameyi aratmıyor. Bu kez de, DK’nin yeniden
yapılanması için görevlendirilen Ulaş Erdoğan’ın, kendisini ‘İskender’ diye
tanıtarak dâhil olduğu ev ve iş arkadaşları, Denizli’deki sevgilisi ve onun
arkadaşları ‘sanık’ durumuna düştü. Ayrıca örgütün legal yayın organı olduğu öne
sürülen Demokratik Dönüşüm’ün Kartal’daki bürosuna giden bir siyasi aktivist, bu
dergiye iki yazı yazan bir sendikacı, bir vicdani retçi de sanıklar arasında...” diye
devam ediyordu.
132 Radikal Gazetesi, 16 Şubat 2010
270
Erdoğan’ın ifadesine göre, Ocak 2009’da yasal sol grup olan İleri Gençler
Derneği’nin (İGD) Taksim’deki bürosuna takıldığı ve kendisini kardeşinin adıyla
İskender diye tanıttığı belirtilen haberin devamı ise şöyleydi: “İGD Genel Başkanı
Zafer Kaygın ve Genel Sekreter Gökhan Aydın ile Sabiha Gökçen Havalimanı’nda
uçak temizliği yapan bir şirkette işe girdi. Üçlü nisanda Pendik’te eve çıktı.
Erdoğan’ın çalışma arkadaşı Cenk Büyükkahraman da aralarına katıldı. Bu evi
zaman zaman Zafer Kaygın’ın Aydın’da üniversitede okuyan kardeşi Barış Kaygın,
Yeditepe Üniversitesi’nde okuyan Fırat Efe, havalimanında çalışan Ozan Eryılmaz
da ziyaret ediyordu. Erdoğan, Zafer Kaygın sayesinde Denizli’de öğrenci olan
Gamze Özdemir’le tanışıp sevgili oldu. Artık sık sık Denizli’ye gidiyor, Özdemir’in
evinde kalıyordu. Özdemir’in ev arkadaşları da üniversite öğrencisi olan Ülkü
Duran ve Banu Çıvgın’dı. Evin müdavimleri arasında Ülkü Duran’ın sevgilisi
Onur Sarıefe ile arkadaşları Salih Umut Bulduk, Serkan Karabulut ve Ahmet
Gülaydı vardı. Gençlerin tamamı, başka bir legal sol grup olan ‘Denizli Eğitim
Dayanışması Derneği’ne üyeydi. Erdoğan, örgütün legal yayın organı olduğunu
belirttiği Demokratik Dönüşüm’ün Kartal’daki bürosuna devam ediyordu. Büroda,
kamuoyunda ‘Demokrasi için Birlik Hareketi’ ya da ‘Çatı Partisi’ adıyla bilinen
yeni ve legal sol oluşumun Kartal ayağında çalışan Volkan Karakuş da vardı.
Karakuş, Erdoğan’la bu büroda tanışmıştı.
Büroya gelenlerden bir diğeri de Türk asıllı İsviçre vatandaşı ve Uluslarası İnşaat
İşçiler Sendikası (UNİA) uzmanı Murad Akıncılar’dı. Akıncılar üç sayı çıkabilen
dergiye sendikacılıkla ilgili iki yazı yazdı. Akıncılar, Erdoğan’ı tanımadığını,
Karakuş’u ise Çatı Partisi’nden bildiğini söylüyordu. İHD Vicdani Ret Komisyonu
üyesi ve Vicdani Ret Platformu’ndan Kudret Köksal da Çatı Parti Girişim’nde yer
alıyor, Akıncılar ve Karakuş’la tanışıyordu. Köksal Kaysı da Kudret Köksal’ın
arkadaşıydı.
Tüm bu 18 sanıktan Erdoğan, Zafer ve Barış Kaygın kardeşler, Cenk
Büyükkahraman, Gökhan Aydın, Onur Sarıefe, Murad Akıncılar ve Volkan Karakuş
tutuklandı. Bu sanıklara ilişkin şu ‘bağlar’ gösteriliyordu:
Akıncılar’ın parmak izinin bulunduğu belirtilen bir kitabın Erdoğan’ın evinde
çıkması, Karakuş’un dergi bürosuna gitmesi ve ailesinin evinde DK Tüzüğü olduğu
ileri sürülen üç sayfalık yazı bulunması.
Erdoğan’ın Serdar Kaya ile bir yazışmasında ‘Cenk arkadaş işçi örgütlenmesinde
bilgi sahibi değil’demesi, Cenk Büyükkahraman’ı; ‘Onur, Denizli’de DGC (Denizli
Gençlik Cephesi) konumunda’ diye yazması, Onur Sarıefe’yi; ‘Yunanistan’a
kaçmak istiyor’ notunu düşmesi de Barış Kaygın’ı tutuklamaya yetti.
Ayrıca Erdoğan’ın ev arkadaşları olan Büyükkahraman, Zafer Kaygın ve Gökhan
Aydın’la ilgili de, Sabiha Gökçen Havalimanı ile ilgili krokiler, çalıştıkları şirkete
dair bilgilerin bulunması bir diğer tutuklanma nedeni oldu. Ancak hiçbir aramada,
silah ya da patlayıcı bulunmadı. Ulaş Erdoğan da ifadesinde, kendisi dışında hiçbir
271
şüphelinin DK ile ilişkili olmadığını söylemişti. İddianamede sanıklardan Erdoğan
için ‘terör örgütü kurma ve yönetme’ suçundan 15, ‘resmi belgede sahtecilik’
suçunu iki kez işlediğinden 15 yıla, ‘kişisel verileri hukuka aykırı biçimde elde
etme’den dört yıla kadar hapis cezası isteniyor. Zafer Aydın, Cenk Büyükkahraman
ve Gökhan Aydın için 14 yıla, diğer sanıklar için de sadece ‘örgüt üyeliğinden’ 10
yıla kadar ceza talebi var.”
ANF aracılığıyla yalanlanan iddialar
PKK’ya yakınlığıyla bilinen ANF Haber Ajansı 24 Şubat 2010’da “DK yetkilisi”
diye duyurduğu Emir Adnan Demirci’yle bir röportaj yapmıştı.133 Kendileri
dışındaki Sosyalist Türkiye solunu liberal statükocu olmakla eleşkiren Ekinci,
örgütlerinin PKK’yla olan ilişkisinin devlet nezdinde yarattığı korku nedeniyle bu
kadar büyük hedef olduklarını söylüyordu. Örgütlerine karşı özel bir propaganda
faaliyeti yürütüldüğünü ve kendilerine yönelik saldırının kapsamlı olduğunu
belirten Emir Adnan Demirci haklarında ortaya atılan iddialarla ilgili de, “Önce
uyuşturucu mafyasıyla finanse edildiğimizi, ardından Desa işçisini provoke
ettiğimizi söylediler. Ergenekon torbasının içine tıkıp, işini bitirmek istediler. Bir
taraftan da JİTEM’le bağlantımız olduğunu söylüyorlar, diğer taraftan PKK’den
beslendiğimizi. Nükleer ve biyolojik saldırı hazırlıkları yaptığımızı söylediler. Bu
yetmedi KDP tarafından kurulduğumuz bu kez iddia edildi. İşçi Partisi’ne ait
‘Karargâh Evleri’ ile bizim adımız, çağrışımlardan yararlanarak binlerce kez
tekrar edilerek DK, Ergenekon dosyalarına sokulmak istendi. Fethullahçı medya
tümüyle yalana dayalı propaganda yürüttü” diye yanıtlıyordu.
Türkiye solunun Kürt meselesi ve PKK hakkındaki tutumunu da, “Kürtlere, tamam
sizinle kardeş olarak yaşarız ama siz de ayrılmak istemeyin diye propaganda yapan
Türk solcusu Türk sömürgeciliğinin sözcüsüdür” diye eleştiren Demirci örgütünün
PKK’yla olan ilişkisini de şöyle anlatıyordu:
“Ezen ulus devrimciliği, bu hakkını kullanıp kullanmama isteğinden bağımsız
olarak, ezilen ulusun ayrılma hakkının sınırsız propagandası ve örgütlenmesi
temelinde soruna yaklaşır. DK, devrimci sosyalizmin bu ilkesini, benzer
başkalarıyla yüksek sesle ifade eden bir yapı olarak var oldu… Bu yüzden, Türkiye
devrimci hareketinin uzun bir süredir Kürt özgürlük hareketine arkasını
dönmesinden sonra, DK’nin Kürt özgürlük hareketiyle yoldaşlaşma çabaları,
sömürgeci ve sömürücü Türkiye oligarşisine karşı halklarımızın özgürlüğü ve
kardeşliği adına, pratik değeri küçük de olsa siyasal değeri oldukça büyük bir
mana ifade etmektedir… Kendi statüko örgütlenmesindeki liberal ve yasalcı Türk
solcusunun Kürt’e yakınlaşıp TC’yle başını derde sokması beklenemez… Türk solu,
133 http://www.devrimcikarargâh.com/ANF.html
272
özellikle pratik gücünden düştükten sonra iyice doktriner oldu ve her şeyi sadece
yazılan çizilen üzerinden değerlendirme kolaycılığını seçti. Devrimci hareketimiz,
ne yazık ki, tarihsel süreçleri, zorunlulukları okuma yönteminden ve onu devinimi
içinde izleme yeteneğinden yoksundur. Bu nedenle özellikle post modern
kavramlarla desteklenen paradigmal değişiklikler üzerinden Kürt hareketine sırtını
dönmek, hem de bunu Marksizm adına yapmak onlar için kolay oldu. Biz ise,
bölgede tarihin nasıl akabileceğine dair kestirimlerde bulunarak, bir devrimci
iradenin bu tarihsel akışta nasıl tavır takınabileceğine dair zorunlulukları
keşfetmeye çalıştık. Ve bu değerlendirmelerimiz üzerinden Kürt özgürlük
hareketinin, gel-gitlere bir an olsun takılmadan, devrimci tutumu konusunda
bilincimizi son derece açık tuttuk… Elbette önce şunları belirlemekte yarar vardır.
Kürt özgürlük hareketi ve DK iki ayrı zeminin, birisi Kürdistan’ın diğeri Türkiye
devriminin örgütlenmeleridir. Dolayısıyla bir ve ortak düşmana karşı devrimci bir
dayanışma içinde olmaları ne kadar doğal ve istenir bir durumsa, aynı düşmanla
farklı düzeylerde ilişkilenmenin bir gereği olarak farklı hatta ters taktiksel süreçler
içinde bulunmaları da mümkündür. Keşke Türkiye devrimci hareketi de Kürt
özgürlük hareketi gibi güçlü bir siyasal nüfuza ve manevra etkinliğine sahip olsaydı
da siyasal mücadelenin bu zenginliklerini tartışabilseydik. Ancak gerçeklik böyle
değildi.”
DK ile Ergenekon arasında bağ kurulmasıyla ilgili soruları da yanıtlayan Demirci,
Doğu Perinçek’e yönelik ağır eleştirilerde de bulunuyor, örgütün yöneticisi olarak
tutuklanan ve adeta “itirafçılık” benzeri ifadeler veren Ulaş Erdoğan’ı da “düşmüş
unsur” olarak niteleyip şöyle konuşuyordu:
“Orhan yoldaşımızın Ergenekoncularla telefon konuşması yaptığı üzerinden bizi
Ergenekon davasına katacaklarını söylüyorlardı, ardından tutuklu kimi
teğmenlerin bilgisayarında yoldaşımızın resimleri çıktığı için bizi yeni Ergenekon
davasına katacaklarını yazdılar. Hatta Doğu Perinçek’e ait olduğu iddia edilen
kimi bildirileri bizim adımızla deşifre etmeye kalktılar, onların İşçi Partisi’ne ait
olduğu iddia edilen Karargâh Evleri ile bizim adımız, çağrışımlardan yararlanarak
ve bilerek, inatla bu yanlışlık binlerce kez tekrar edilerek DK Ergenekon
dosyalarına sokulmak istendi… Oysa DK’nin Doğu Perinçek’e ve çizgisine bakışı
bellidir, onları sol içinde bile görmez, burjuvazinin devrimcilere karşı bir
örgütlenmesi olarak görür… Bizim PKK’ye karşı KDP tarafından kurulduğumuza
dair itirafçı ifadeleri, olmadı düşürülmüş kimi unsurların ‘duydukları’ üzerinden
Ergenekon’la bağlantılanmamıza çalışıldı. Ama artık uzun zamandır bu yalanların
sadece Fethullahçı medyanın kendisinin söyleyip kendisinin dinlediği bir
değersizlik içine düşmekte olduğunu görmekteyiz. Çünkü Fethullahçı medya
tümüyle yalana dayalı propagandasını sadece bize karşı değil, devlet içindeki
muhalifleri de dâhil, kendine karşıt kimi görüyorsa, o kadar yaygın kullandı ki artık
yalancı çoban durumuna düşmüş durumdadır.”
273
Ergenekon’un örgütü mü yoksa buna inanmamız mı isteniyor?
Yukarıda anlatılanların özcesi DK’nin ne menem bir örgüt olduğuna ilişkin
tevatürün çok olduğu. Şurası kesin ki böyle bir örğüt var. Ama bir başka kesinlik de
bu örgütün bağımsız hareket etmediği. Söylemeye çalıştığımız DK’nin
Ergenekon’cu olduğu değil tam aksine Ergenekon güdümünde olduğuna
inanmamız istenen devlet güdümlü bir örgüt olduğu. Bu noktada örgütten
birileriyle devlet arasında bir ilişki olduğuna yönelik kesin bir hükme varamıyoruz.
Ama kısa zamanda fark ederek ve yapmak istedikleri kimi eylemlere “yol vererek”,
varolan süreçte Ergenekon’un güdümünde bir örgüt algısı yaratılmaya çalışılmış
gibi göründüğünü söylemek mümkün. Bu tespitimiz, elbette ki örgüt içinde yer alan
herkesi kapsamıyor. Zaten bu türü ilişkiler de örgütün içinde yer alan her unsurla
kurulmaz. Sarp Kuray’ın, “1988’den 1991’e kadar aşağı yukarı günbegün, ülkedeki
sorumlu kişiler tarafından bilgim dışında banda alınmış konuşmalarım kasetler
halinde polisin eline geçmiştir” dediğini anımsatıp son sözü AKP hatta cemaat
güdümlü yazar Emre Aköz’e bırakalım. Aköz, “Devrimci Karargâh: Böyle bir
solcu örgüt hakikaten var mı?”134 başlıklı yazısında şöyle diyordu: “Hanefi
Avcı birçok gazeteciye yolladığı mektubu bana da göndermiş. İlk cümlesi şöyle:
‘Hayatı terör örgütleriyle mücadelede geçmiş, 34 yıllık bir polis müdürünü bir
anda sol terör örgütlerine yardım yapan bir kişiye dönüştüren hukuk sistemi adil
değildir.’
Avcı ‘sol terör örgütleri’ derken Devrimci Karargâh'ı kastediyor.
İtirazım var: Bence Devrimci Karargâh ‘yapay’ bir örgüt!
Şu anlamda yapay... Gençler genellikle 16-17 yaşlarında halisane duygu ve
ideallerle sol bir örgüte ilgi duyar...
Ancak zaman insanları değiştirir. Hareket yıllar içinde teröre kayabilir. Hatta
çeşitli güçlerin maşası haline gelebilir.
Dursun Karataş'ın (1952-2008) yönettiği DHKP/C bu tür örgütlere iyi bir örnektir.
Ben Devrimci Karargâh'ın o tip bir ‘çekirdekten yetişmiş yoldaşlar’ örgütü
olduğunu sanmıyorum.
Sanki bir irade, gerek gördüğü elemanları toplamış, eğitmiş ve ‘Arkadaşlar sizin
adınız artık Devrimci Karargâh’ demiş.
İstihbaratçıların tekniklerini kullanan, havayolu şirketlerine ilgi duyan, yurtdışı
bağlantıları olan ve gizli servis gibi çalışan ‘toplama’ bir örgüt bu...
Nasıl yani? 34 yılın Hanefi Avcı'sı bu ‘teorisiz’ ve ‘tabansız’ takıma mı ‘sol terör
örgütü’ diyor?
134 Sabah Gazetesi 13 Ekim 2010
274
Bu grubun özelliği, sol maskesi altında, kimi odakların taşeronluğunu yapmaktan
ibaret.
Not: Bazı solcular ise Devrimci Karargâh'ın Emniyet tarafından ‘kurgulanmış’ bir
‘hayali örgüt’ olduğunu iddia ediyor. ‘Toplama’ ya da ‘kurgu’... İstihbaratçı
Hanefi Avcı'nın Devrimci Karargâh'ın aslında ne olduğunu bilmemesi imkânsız.
Peki, niye ‘sol terör örgütü’ diyor ısrarla?”
Önce birkaç hatırlatma
Devrimci Karargâh’la ilgili gariplikler ve tesdüfler zinciri elbet burada bitmedi.
Kısa süre sonra tüm Türkiye’nin konuşup, tartıştığı ama kısa süre sonra da her
zaman olduğu gibi unuttuğu bir olayla tekrar gündeme giriverdi bu örgüt. Emniyet
Müdürü Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapla. Hemen herkes ya da en azından ilgilisinin
bildiği kitabı burada uzun uzun anlatmaya gerek yok. Ama emniyette cemaatçi
örgütlenmeyi konu edinen bir kitapta, bu iddiayı dile getiren bir emniyet
müdürünün başına gelenlerin irdelenmesi elzemdi. Elbette Avcı’nın özellikle AKP
ve Gülen cemaatine yakınlıktan öte bir tavır sergileyen ve “liberaller” diye anılan
kesimde yarattığı yarılmaya da burada yer vermek gerekirdi. Ancak “liberal
jakoben” cenahı; her şeyin kolay unutulduğu, toplumsal belleğin balık hafızasıyla
ölçüldüğü bir ülkede bu ayrışmayı aşması hiç de zor olmadığı için irdelemeye
gerek duymadık. Kitabın çıktığı ilk günlerde Avcı’yla telefonla konuşanlardan biri
de bendim. Kendisini tanıyordum. Bu tanışmayı sağlayan da yıllar önce, Susurluk
yıldızı olarak parladığı dönemde hakkında işkenceci olduğuna dair yaptığım bir
haberdi. Aslında iki haber demek daha doğru olur. Radikal gazetesinde yayımlanan
bu haberlerden ilki Hanefi Avcı’nın işkencelerinin mağduru olan Şaban Dayanan’ın
yaşadıklarını, diğeri de işkenceci Avcı ile mağduru Dayanan’ın yüzleşmesini konu
ediniyordu. O günden bu yana da zaman zaman telefonla hal hatır sorulan bir ilişki
bağlamında sürdü bu tanışıklık. Elbette ki kitabı piyasaya çıktıktan sonra
aramalarımız sıklaştı. Yazılanlara ilişkin fikir alışverişinde bulunuldu. Konuşmaları
uzun uzun anlatmaya gerek yok elbet. Ama TV ekranlarından, gazete sayfalarından
ve internet üzerinden Hanefi Avcı’yı tanıyan ya da görüşen gazetecilere ilişkin
estirilen fırtınaya bakınca ve hele de yasal olan ve olmayan yollarla dinlenen
telefon konuşmalarının tam da Avcı’nın işaret ettiği gibi cemaat güdümlü medya
organlarına servis edildiği bir ortamda ister istemez bir açıklama gereği yapmak
farz oluyor. Ortalığa saçılan ve muhataplarının çoğunun montajlı iddiasında
bulunduğu bu telefon konuşmalarından yola çıkılarak, isimsiz ihbar mektuplarıyla
ya da gizli tanık/itirafçı müesseseleriyle ilgili ilgisiz herkesin akla hayale
gelmeyecek suçlamalarla bir torbaya konulup sanık, zanlı ya da en hafifinden
Ergenekon savunucusu yapıldığı bir ortamda bir açıklama yapmak gereklilik.
275
Avcı ile yaptığımız telefon konuşmasında da kendisine söylediğim üzere kitabının
eksik kısmı kanımca işkenceciliğiyle yüzleşememesiydi. Evet, Hanefi Avcı, meslek
yaşamının bir döneminde işkenceciydi. Her ne kadar kendisi daha sonra bununla
yüzleşmeye çalışıp ve hatta kimi mağdurlarını bulup, birisi bu satırların yazarının
tanıklığında olmak üzere özür dilemiş olsa da bu bir dönem işkenceci olduğunu
değiştirmeyecektir. Avcı yakasına, rahatlatmaya çalıştığı vicdanına yapışıp kalan
bu insanlık suçunun anımsatıldığı katıldığı NTV’de yayınlanan programda da,
“1990’lı yılların sonuna kadar devletin tek sorgu tekniği işkenceydi, bir insanı
alarak sorgulamaktı. Burada şahısları suçlamak kolay, bugün Türkiye’nin hiçbir
yerinde işkence yapılmıyor ancak 1999’a kadar her yerde yapılıyordu” diyerek
geçiştirmeyi tercih etti. Her ne kadar mağdurlarını bulup kendisiyle görüşmeyi
kabul edenlerinden özür dilese de, işkencenin öyle mahcup bir nedamet gösterisiyle
geçiştirilemeyecek kadar ağır bir insanlık suçu olduğunu hukuk eğitimi almış Avcı
da en az bizler kadar biliyordur. Ama hem kitabında yer vermemiş olmasından hem
de sorulan soruları “devlet politikası buydu” diye geçiştirmesinden Avcı’nın
kamuoyu nezdinde kendisinin aynı zamanda eski bir işkenceci olarak anımsanmak
istemediğini söylemek mümkündü ki kendiside sonradan bunu ifade etti zaten.
İşkenceci Avcı’nın hem de gazetecilerin tanıklığında özür dilemiş olması, Türkiye
gibi insanlık suçu karnesinin her daim kırık olduğu bir ülkede o dönem için elbette
olumlu ve beklenmedik bir adımdı. Şu ana dek başka bir örneğini de anımsıyor
değilim. Ancak keşke, aradan neredeyse 15 yıl geçtikten sonra yazdığı ve özellikle
işlenen konusu itibarıyla kamuoyunun gündeminden düşmeyeceğini bildiği tuğla
gibi kitabının üçte ikisini ayırdığı meslek anılarının arasında da bu konuyla
hesaplaşabilseydi. Hem de bunu kimlerle yaptığını, kimlerin kendilerini
görevlendirdiğini, ne hissettiğini neden pişman olduğunu anlatarak, bu suça dahil
olan herkesin ismini de vererek yapabilseydi. Yapsaydı ve insanlar kendisini
gördüğünde bir işkenceciyle karşılaşmanın ürpertisini de hissetseydi ne
kaybedecekti? Belki kendisinin ya da özrünü ve dostluğunu kabul edenlerin değil
ama başta bizzat kendi tezgâhından geçen diğerleri olmak üzere tüm işkence
mağdurlarının ve işkencenin zaman aşımı işlemeyecek bir insanlık suçu olduğunu
düşünenlerin umurunda olacaktı bu hesaplaşma. Yapmadı.
Eksiğini olduğunu söylediğimiz kitapta suçlananlar yanında suçlanmayanlar da var
elbet. Avcı, tıpkı Susurluk döneminde olduğu gibi yine bir devlet ya da sistem
eleştirisi sonucunda kendisini demir parmaklıklar ardında buldu. Avcı’nın kitabının
en çok tartışma yaratan bölümünü oluşturan ve en az destekçileri kadar da karşıtını
bulan Fethullah Gülen cemaatine ilişkin eleştirileri ve suçlamalarının dayanak
noktasını kendisine yönelik bir komployu fark etmesinin yanı sıra Ergenekon
soruşturmasının da oluşturduğunu söylemek yanlış bir tespit olmaz. Ancak
Avcı’nın Türkiye’nin Susurluk’tan sonra derin devleti paçasından yakalayabildiği
ikinci önemli milat kabul edilen Ergenekon soruşturmasının yürütülüş biçimi ve
276
içeriğinde yaşanan kimi hukuksuzlukları göz önüne sermeye çalışmakta seçtiği
örnek olan Hrant Dink suikastı ile kanlı Danıştay baskını ele alınış biçimiyle en
büyük yanlışları olarak önümüzde duruyordu.
Avcı kitabında, Hrant Dink suikastının “milliyetçi arkadaş çevresinin”
gerçekleştirildiği bir tepki olarak gördüğünü ve çözüldüğünü öne sürüyor. Tetiği
çekenin, silahı ve hatta mermileri temin edenin bile bulunarak yargı önüne
çıkarılarak çözüldüğünü anlatıyor. Eğer sıradan bir sokak kavgasında işlenen bir
cinayet olsaydı, Dink’in öldürülmesini sıradan bir polisiye olay gibi ele alan
Avcı’ya hak verilebilirdi. Ancak sözkonusu kişi devletin, kimi ulusalcı ve
milliyetçi çevrelerin hedefinde olan, tehdit alan bir kişiyse bunu söylemek nasıl
mümkün olabilirdi? Dink’i ölüme götüren olaylar zincirinde yer alan polis ve asker
kamu görevlilerinin en hafifinden ihmal boyutuyla bu suikasta olan katkıları ya da
iştiraklerini görmek istemiyordu Avcı. Bunun nedenin de, tıpkı kitabında eleştirdiği
“kol kırılır yen içinde kalır” mantığı üzerinden yaptığını iddia etmemiz de
mümkün. Avcı, kendisinin de Gülen Cemaatine mensup olduğu öne sürülmesine
karşın bizzat cemaatçiler tarafından yerinden edilmek istenen eski İstanbul
Emniyeti İstihbarat Şube Müdürü Ahmet İlhan Güler’i korumaya çalışırken bilerek
ya da bilmeyerek tam da bu tuzağın içine düşüyor aslında. Avcı’nın benzer bir
yanlışa da Danıştay suikastı bağlamında Ergenekon soruşturmalarının bütününe
yönelik getirdiği eleştiri de görmek de mümkün. “Acaba Avcı gerçekten kimi
hukuksuzlukların yaşandığı, yürütülüş biçimi, içeriği ve sanıklarıyla gerçekten
sorgulanmaya muhtaç yanları bulunan Ergenekon soruşturmasını zayıf göstermek
için bu örnekler üzerinden yola mı çıktı?” diye bir kuşku düşüyor insanın içine. Ki
kitabın devlet ve cemaat diye ayrılmış iki ayrı bölümünde de ele alınan Ergenekon
soruşturmaları ilk bölümde Türkiye’ye demokratikleşmeye götürecek bir adım
olarak görünürken sonradan ciddi kuşkular barındıran bir dava haline dönmüş
durumda. Ancak şu sorunun yanıtını özellikle AKP yandaşı ve cemaat medyasının
vermesi şart: “Hanefi Avcı’nın kitabında yazılanlarda cemaat yerine Ergenekon
sözcüğünü koysak acaba neler yazarlardı?”
Bir kitap yazdım hayatım…
Susurluk’taki kazayla ortaya dökülen kirli ilişkiler ağının, Emniyet İstihbarat Daire
Başkanı olarak TBMM’de kurulan Susurluk Araştırma Komisyonu’na verdiği
ifadelerle kısmen aydıntılabilmesini sağlayan Avcı o dönem kamuoyunun
gözbebeğiydi. Basına kaynağı belirsiz bilgiler sızdırmakla da suçlanan Avcı’nın bir
dönemin işkencecilerinden olduğu da kısa zamanda ortaya çıktı. Ancak yaptığı
işkencelerin kurbanlarının bazılarından özür dileyerek kendisinden hayli söz ettiren
Avcı daha sonraki süreçte de yapılan bir dizi yolsuzluk operasyonunda önemli rol
üstlenmişti. Ancak Hanefi Avcı, KOM Daire Başkanlığı’nın ardından kızak
277
sayılacak bir görevle önce Edirne’ye ardından da Eskişehir’e emniyet müdürü
olarak atanmıştı. “İl emniyet müdürlüğü nasıl kızak görev olur?” diye soranlara
Avcı’nın görevlendirildiği Edirne ve Eskişehir’in AKP’nin iktidar olamadığı
kentler olduğunu anımsatmakta fayda var. Yolsuzluklar konusunda dürüstlüğünden
hükümet dâhil kimsenin kuşku duymadığı Avcı’nın, AKP’li bir yönetimin olduğu
kentlerde kazara da olsa bir yolsuzluk tespit etmesi istenen bir durumdu çünkü.
Ancak özellikle Eskişehir için bu sözkonusu olmadı. Avcı’nın uzun süren sessizlik
dönemini bozan ise çarpıcı iddialar ortaya attığı yazdığı kitabı oldu. 20 Ağustos
2010’da piyasaya çıkan “Haliçte Yaşayan Simonlar Dün Devlet Bugün Cemaat”
adını verdiği kitabında Avcı, Fethullah Gülen cemaatinin devleti ele geçirdiğini
iddia ediyordu. Kitabında telefonlarının dinlemeye alındığını, komployu fark
edince de İçişleri Bakanı'na şikâyette bulunduğu anlatan Avcı, tüm yaşananları
Başbakan'ın Başdanışmanına anlattığını, aradan aylar geçmesine rağmen herhangi
bir gelişme olmayınca da kitap yazmaya karar verdiğini söylüyordu. 28 Şubat
sürecinde takındığı tutum nedeniyle de Fethullahçılar başta olmak üzere İslamcı
cenahın adeta taptığı bu isim, 13 yıl sonra yazdığı bir kitapla baş düşman ilan
edilmiş oldu. Başta cemaat medyası ve bu gruba angaje gazeteci ve yazarlardan
Avcı’ya yönelik organize bir saldırı başladı. Önce kitabın, Avcı’nın terfi
edememesine yönelik öfkeyle yazıldığını ve manipülasyon amaçlı olduğu
söyleniyordu. Bu yorumun nedeni ise Avcı’nın, inandırıcı bir belge ortaya
koyamadığı gibi anlattığı olayları sübjektif yorumlayarak ortalığı bulandırması diye
açıklanıyordu. En önemlisi ve bizce haklı da duran bir eleştiri ise Avcı’nın
Ergenekon soruşturmalarını ciddiye almayarak, Hrant Dink suikastı ve Danıştay
saldırılarının çözüldüğünü iddia etmesiydi.
Cemaat devleti ele geçirdi
600 sayfalık kitabın ilk kısmında Avcı, polislik görevindeki anılarından ve Kürt
sorununa ilişkin bir takım siyasi çözüm önerilerinden bahsediyordu. Fırtına
koparan ise Fethullahçıların emniyet başta olmak üzere bürokrasisindeki
örgütlülüklerinin artık devleti ele geçirme biçimine dönüştüğü iddialarının dile
getirdiği “Cemaat” başlıklı bölüm nedeniyle oldu. Özellikle AKP taraftarları ile
cemaat medyası tarafından Avcı’nın, Anayasa’da kısmi değişiklikler öngören 12
Eylül 2010 referandumundan önce piyasaya çıkan kitabın ısmarlama olduğu ve
zihinleri bulandırarak referandumda “hayır”cı kanadın önünü açma saiki ile hareket
edilmesini sağlamak, Ergenekon ve Balyoz soruşturmaları ile yakın arkadaşı olan
Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Emin Arslan hakkında yürütülen soruşturmayı
akamete uğratmak için kitabını yazdığı öne sürülüyordu. Bu iddiaları kanıtlamak
için de “yandaş” diye anılan medyada adeta bir savaş başlatılmıştı. Avcı kitabında
Emniyet, yargı ve TSK içindeki Fethullahçı yapılanma sorunun çözülmesi
278
gerektiğini, aksi halde insanların özgürlüğü ve hayatı ile özel sektör ile holdinglerin
tehlike altında olduğunu dile getiriyordu. Avcı, cemaate bağlı polislerin, savcıların
cemaatin amaçlarına göre davrandığını belirtirken Emniyet'in de cemaate bağlı
imamlar tarafından yönetildiğini de söylüyordu. Özellikle büyük illerde görevli
polislerin bir kısmının sorumluları olan Emniyet Müdürleri ve valileri değil cemaat
imamını amirleri olarak kabul ettiklerini belirten Avcı, “Hatta etrafları cemaat
mensubu müdür ve amirler tarafından sarılmış durumda. Bu durumun farkındalar
ve kısmen biliyorlar ama bilmiyor gibi davranıyorlar. Bazı operasyonları kendileri
değil, cemaat yanlısı polisler ile cemaat yanlısı savcılar cemaat imamlarının
talimatları ile yürütüyorlar... Olay bir örgütün, cemaatin devlet içerisindeki
elemanları vasıtasıyla yürüttüğü örgütsel bir faaliyettir, karşımızdaki kişiler polis,
hâkim ve savcı değil, örgütün cemaatin elemanlarıdır. Devletin hukukunu değil,
cemaatin talimatlarını yerine getirmektedirler. İstanbul, Ankara, Erzurum ve
İzmir'deki bazı özel yetkili savcılar ile bu iller dışındaki bazı polis birimleri
arasında illegal bir ilişkinin varlığı açıkça gözükmektedir… Gördüğüm manzara
korkunç, kadrolu devlet adamları devleti yönetemiyor. Emniyet Genel Müdürü,
hatta İçişleri Bakanı haklı olduğunu bildiği bir kişiyi, doğruluğundan emin olduğu
bir olayı ya da davayı savunamıyor, güvendiği ve inandığı adamları tuzağa
düşürülüyor, haysiyetleriyle oynanıyor ama onlar bu kişilere sahip çıkamıyorlar.
Kozanlı Ömer kod adlı Osman Hilmi Özdil mi yoksa Emniyet Genel Müdürü, Daire
Başkanları mı polis teşkilatını yönetiyor?” diye soruyordu.
Emin Arslan’a kefil olunca dinlendi
Hanefi Avcı kitabında, Emin Arslan'a “Ben yaparım o yapmaz” şeklinde kefil
olduktan sonra İstanbul Emniyet'indeki cemaat lideri konumundaki polis şeflerinin,
kendisinin toplumdaki saygınlığımı sarsmak için kendisine komplo kurduğunu ve
telefonlarını dinlemeye aldığını anlatıyordu. Kendisine bizzat cemaat içinden üst
düzey bir polisin haber verdiğini belirten Avcı, bunun üzerine İçişleri Bakanı Beşir
Atalay'a giderek Emniyet İstihbarat Dairesi'nin kanunsuz dinleme yaptığını,
yalnızca kendisini değil birçok kişiyi dinlediğini, özellikle Emniyet ve İçişleri
Bakanlığı yöneticilerini isim vererek dinlediklerini anlattığını da kitabında yazdı.
Avcı, cemaatle ilgisi bulunmayan ancak bu durumu kanıksamış görünen Emniyet
Genel Müdürü Oğuz Kağan Köksal’a da gider, durumu ve temaslarını bir de ona
anlatır. Başına gelen hukuksuzuluğu çözmek için yasal haklarını sonuna kadar
kullanmaya çalışan Avcı, kendisi de Ergenekon savcıları tarafından -hem de
mahkeme kararıyla dinlendiği ortaya çıkan İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı Aykut
Cengiz Engin’e de gider. Başsavcı, Fatih Savcılığına suç duyurusunda bulunması
ister. Adli yollardan denetim yolu bulmak ve dinleme kararı veren hâkimlerle ilgili
işlem yaptırmayı amaçlayan Avcı Başsavcı Vekili Turan Çolakkadı’ya da durumu
279
anlatır. Sonra da Ergenekon üyesi olmakla itham edilen Ankara Başsavcısı’nı da
bilgilendirir. Hazırladığı şikâyet ve ihbar dilekçelerini de Adalet ve İçişleri
Bakanlıkları, İstanbul ve Ankara Başsavcılıkları, Ankara ve İstanbul Özel Yetkili
Başsavcı Vekillikleri, Fatih Cumhuriyet Başsavcılığı ve Başbakanlık’a iletir.
Avcı dilekçeleri kurumlara ulaştırdıktan sonra Adalet Bakanı Sadullah Ergin’e
gider. “Hâkimler isimsiz çok sayıda dinleme kararı alıyor” diye ihbarda bulunur.
“Dinlemeler konusuna hâkim” durumdaki Bakan Ergin, isimsiz dinleme
olamayacağını söyler. Teyit için dinleme ve teknik takibin merkezi
Telekomünikasyon İletişim Başkanlığının Başkanı’nı arar. Başkan Fethi Bey ne
yazık ki Bakan Ergin’i teyit etmez, “istihbari dinlemelerde çok sayıda isimsiz
dinleme bulunduğunu” bildirir. Kitaptan anlaşılana göre Adalet Bakanı Ergin,
dinleme mağduru Avcı’yı, “Dilekçe vermene gerek yok. Dilekçe olmadan da
denetleme yapılabilir. Sen dilekçeyi geri çek” diye ikna etmeye de çalışır. Ama
Avcı, hem de hukuksuz dinlemelerin nasıl ortaya çıkarılacağını anlattığı bir not
ilave ederek şikâyet dilekçesini vermekten geri durmaz.
İçişleri ve Adalet Bakanlığı'na şikâyet dilekçesi vererek yaşananları Başbakan'ın
Başdanışmanına anlattığını belirten Hanefi Avcı kitabında bu süreci şöyle anlattı:
“Başbakan'ın Başdanışmanı'na (Efkan Ala) olayı anlattım. Cemaatin nerelere
kadar sızdığını, neler yaptığını, ülkenin güvenliğini ve insanların özgürlüklerinin
tehlikede olduğunu anlatmaya çalıştım. Aradan zaman geçmesine rağmen harekete
görmeyince bu kitabın bir an önce yazılması gerektiğine inanıp yazmaya karar
verdim.”
Avcı’nın bu kararını tetikleyen olay ise Ankara’da 28 Ocak 2010’da yapılan İl
Emniyet Müdürleri toplantısında yaşanır. Toplantıya ara verildiğinde özel olarak
görüştüğü Emniyet Genel Müdürü Oğuz Kaan Köksal, Avcıya, “Dilekçeni iade
ediyoruz, müfettiş incelemesi yaptıramıyoruz çünkü bir defa müfettişler
görevlendirilirse kontrol edilemeyebilir, her şeyi araştırabilirler. Bundan dolayı
bakan dilekçenin iadesini istedi, bende geri veriyorum” diyerek şikâyet zarfını geri
verir. Kitabında bu olayı anlattıktan sonra, “İçişleri Bakanı denetim yapmıyordu.
Bakanı durduran kim ve ne olabilirdi. Başbakan’dan başka kim olabilirdi ki?” diye
soran Avcı, “Kozmik odalarda birkaç gün süren aramalar yapıldı. Burada hangi
şüphe ve delil vardı, hangi iddialar üzerine buralar arandı? Şimdi ben açıkça adres
veriyorum, hukuksuz dinleme ve izlemeler var, bunları dilekçemde belirttim.
İstihbarat Dairesi'nde cemaatin özel cihazları, elde ettikleri her türlü kanunsuz
dinleme materyalleri mevcuttur, buralar neden aranmaz? Kozmik odanın
aranmasında kimliği belli olmayan bir ihbarcı vardı, burada da ben açıkça ihbar
ediyorum. Bulunacak yerleri de söylüyorum. İstanbul Emniyet Müdürlüğü
İstihbarat Şubesi neden denetlenemez? İstihbarat Daire Başkanlığı'nda arama
yapılsa, demirbaşa kayıtlı olmayan cemaatin kendine ait özel dinleme ve izleme
aletleri bulunacağından hiç tereddüdüm yoktur” iddialarında da bulunuyordu.
280
AKP’lileri kızdırdı
Avcı’nın iddiaları bunlarla bitmek bilmedi. Deniz Baykal’ın sevişme görüntülerinin
yeraldığı gizli kamerayla çekilen videokasetin de cemaatçiler tarafından kayda
alınarak servis edildiğini öne süren avcı benzer bir komplonun kurbanının da eski
Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel’e de yapıldığın anlatıp, “Baykal başbakan
olsaydı ve ülke için kritik bir karar arifesinde birileri çıkıp elimizde bu görüntüler
var, eğer şöyle davranmazsanız bunları kamuoyuyla paylaşacağız deseydi acaba
durum ne olurdu? Acaba kaç bakan, kaç genel müdür, kaç komutan veya onların
eşleri ve çocukları hakkında da bu veya benzeri görüntüler mevcuttur?” diyordu.
Danıştay saldırısı, Hrant Dink, Rahip Santaro cinayetleri ve Malatya Zirve
Yayınevi katliamının yanında Ergenekon davasıyla ilgili görüşlerini de aktaran
Avcı, Danıştay saldırısının ciddi bir delile dayanmadan Ergenekon'a bağlandığını
iddia ediyordu. Saldırıdan sonra polisin, saldırgan Alparslan Aslan'ın telefonuyla
ilgili teknik inceleme yaptığını, görüştüğü kişiler arasında takip altındaki Muzaffer
Tekin'in adının ortaya çıkmasıyla saldırıyı Ergenekon'a bağladığını belirten Avcı,
“Danıştay'a silahlı saldırı, Dink'in öldürülmesi, Malatya'daki Zirve Yayınevi
katliamı gibi olayların görünen bugünkü faillerinden başka Ergenekon veya
benzeri gruplar tarafından yapılmış olacağına mevcut deliller ve olayların oluş
biçimine bakarak kimse beni ve makul birini ikna edemez. Bu iddialar
zorlamadır… Ergenekon örgütünün varlığı konusunda yazılı belge, doküman,
örgütsel faaliyet sayılabilecek bazı ilişkiler varsa da eylemleri konusunda hiçbir
ciddi emare yoktur. Geçmişte Türkiye'de meydana gelen pek çok olayın
(Malatya'daki Zirve Yayınevi Katliamı, Rahip Santoro Cinayeti) Ergenekon
tarafından gerçekleştirildiği iddia edilerek epey bir süredir uydurma tanık vs.
aranmaya başlandığı net olarak görülüyor. Amacın olayları aydınlatmak değil,
Ergenekon'la irtibatlandırmak olduğu açıkça ortadadır” iddialarında da
bunuyordu.
Medyada büyük sansasyona neden olan kitabın çıkmasından 2 gün sonra Başbakan
Yardımcısı Cemil Çiçek bir açıklama yaparak, ”Kanaatler üzerinden hüküm tesis
etmek ne kadar doğrudur? Biz evvela olaya hukuk açısından bakarız ve deriz ki
hâkim karar verirken anayasaya, hukuka ama her şeyden önce de dosyadaki delile
bakar. Delil yoksa mahkûm etmek de olmaz. Siz bir yargıya varacaksanız bunu
delillendirmiş olmanız gerekir. Delillenmiyorsa bu kanaat olarak kalır” yorumu
yaptı. 25 Ağustos günüyse Başbakan Erdoğan, Show TV’nin canlı yayınında
Avcı’nın kitabındaki iddiaları yanıtladı. Başbakan Erdoğan kitabı okumadığını
bilgilerini İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dan aldığını belirterek, “Yaptıkları talihsiz
işdir. Devlet memurunun bir şeyler yazmasını bilmesi gerekir. Bunun yasa
çerçevesinde kuralları var, bakanlık de teftişini yapıyor. İddialar üzerinde durmam,
281
durmayı da gereksiz bulurum. Hayatta benimle biraraya gelmiş biri değil. Bunu da
gereksiz bulurum. Muhattabı üstleridir, gerekirse İçişleri Bakanıdır. Bir başbakan
il emniyet müdürü ile görüşmez. Öncelikle bakanıma saygısızlıktır bu” diyecekti.
Ertesi gün de Avcı kendi isteğiyle merkeze alınmasını isteyen başvuru dilekçesi
hızla işleme konularak 2 gün sonra da görevinden alınmıştı. 27 Ağustos günü
açıklama yapan bu kez İçişleri Bakanı Beşir Atalay’dı. Avcı’yı sert bir dille
eleştiren Atalay, “Yapılan etik değil. Özellikle kendi teşkilatı ile yazılar yazması...
Böyle yazılar yazacak olanlar görevden ayrıldıktan sonra istedikleri gibi yazarlar.
Müfettişler ne gerekiyorsa yapacak… Üç müfettiş inceliyor. Ne gerekiyorsa
yapılacaktır. Emniyet teşkilatı 220 bin kişilik teşkilattır. Polis teşkilatı, kurumsal
güven araştırmasında TSK'nın önünde yer alıyor. Bu konudaki suçlamaları yanlış
buluyoruz. Polis teşkilatı ikiye ayrılmış diye bir şey yok. Somut iddialar olursa,
bunların üzerine gidilir. Kamplara ayrılmış değerlendirmesi yanlış olur. Yanlış
olan varsa üzerine gidilir. Yanlış yapanı içinde kolay kolay barındırmaz” diyordu.
Bakan Atalay’ın bahsettiği soruşturmanın kokusu kısa zamanda çıktı. Kitaptan
ziyade dile getirilen iddialarla ilgili Avcı hakkında 8 ayrı soruşturma açılmıştı. İkisi
kitapla ilgili gazetecilerle görüşmeleri nedeniyle izinsiz basın açıklaması yapmak,
altısı da kitapta yer alan iddiaları nedeniyle emniyet teşkilatını küçük düşürmek,
görevini kötüye kullanmakla ilgiliydi. Açılan soruşturmalarla ilgili yılın sonuna
doğru Zaman Gazetesinde Sedat Güneç imzasıyla yayımlanan bir haberde135 ise
Avcı’nın meslekten ihracının istendiği anlatılıyordu. Habere göre; İçişleri Bakanlığı
Mülkiye müfettişleri, hazırladıkları raporda, Avcı hakkında iki ayrı ceza talep
etmiş, “Terör örgütüne yardım ve yataklıkta bulunduğu” iddia edilen Avcı'nın
polislik mesleğinden ihracı talep edilmişti. Emniyet Genel Müdürlüğü Yüksek
Disiplin Kurulu'nda ele alınacak müfettiş raporlarında Avcı’nın basına verdiği
demeçler nedeniyle de, ihraç cezasının bir altı olan 24 ay kıdem durdurma talep
edilmişti.
Avcı tutuklansın diye hapse atıldılar
Ergenekon soruşturmasına ilişkin kuşkuları, Ergenekon soruşturmasının yürütülüş
biçimi ve içeriğinden zerre kuşku duymayan bir kör inanışa sahip olanlar ağırlıkta
olmak üzere medyanın Avcı ve kitabına takındığı tutum ise ilginçti. Medya ilk
birkaç günün aksine sonraki süreçte genel olarak kitaba ilgisiz kalırken, AKP ve
cemaat bağlantılı olanlar da karşısında yer alarak saldırı amaçlı haberlere imza
atıyordu. Hükümete ve Avcı’nın suçladığı Gülen cemaatine yakın yayın organlarını
anlamak bir yere kadar mümkündü ama “merkez medya” diye adlandırılan gazete
ve televizyon kanallarının takındığı tutum ise ise şaşırtıcıydı. Ergenekon’un
135 Zaman Gazetesi, 29 Aralık 2010
282
iddiaları kanıtlanamayan “makbul itirafçı ve gizli tanıkları” kadar bile değer
verilmiyordu bir polis müdürünün söylediklerine. Sisteme yönelik tam da
kalbinden gelen eleştirilere kapalı gözler ve kulaklar bu eleştiriler, dile getirilen
iddialar ve yok denilse de var olan belgeleri delilleri tartışmak yerine Avcı’nın
kitabını neden yazdığını ve zamanlamasını diye getirdiler.
Cemaate karşı çıkmanın çok kolay olmadığını, Fethullah Gülen’in insafına
kalındığını vurgulayan ve “Cemaatin hayatımın bundan sonrasını zindan edeceğini
biliyorum, geçmişte birçok örgütün hedefi oldum. Amu bu defakinin başka bir şey
olduğunun da farkındayım” diyen Avcı’nın bu öngörüsünde ne kadar haklı olduğu
da kısa süre sonra anlaşılacaktı. 21 Eylül 2010’da İstanbul başta Ankara ve
Bursa’da DK’ye yönelik eş zamanlı yeni operasyonlar kapsamında Sosyalist
Demokrasi Partisi ve bu partiye bağlı Toplumsal Özgürlük Platformu adlı legal
kuruluşlar polis tarafından basılmıştı. SDP İstanbul İl ve Kadıköy ilçe binaları ile
SDP ve TÖP yöneticilerinin evlerine düzenlenen baskınlarda Bursa ve Ankara’da
bir, İstanbul’da 15 olmak üzere 17 kişi gözaltına alınmıştı. Bostancı’da DK üyesi
Orhan Yılmazkaya’nın polisle girdiği çatışmada öldürüldüğü evden elde edilen
parmak izleri üzerine başlatıldığı öne sürülen operasyonlarda gözaltına alınanlar
arasında SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan başta olmak üzere aralarında
yöneticilerin de olduğu birçok partili vardı. Polisten yapılan açıklamada
şüphelilerle birlikte 5 tüfek, biri kurusıkı 7 tabanca, 166 adet çeşitli çap ve
markalarda fişek, 8 tabanca şarjörü ile sahte kimlikler ve çok sayıda örgütsel
doküman ele geçirildiği bildirilmişti. SDP olaydan sonra yaptığı açıklamada parti
yöneticisi ve TÖP üyelerinin DK’yle ilgisi olmadıkların belirterek,
“Arkadaşlarımızın siyasi köken, mücadele tarz ve anlayışı itibarı ile de DK’yle en
ufak bir ilgileri bulunmamaktadır” deniliyordu. Emniyetteki sorgularının ardından
24 Eylül 2010’da adliyeye sevkedilen şüphelilerden 4’ü serbest bırakılırken 13’ü
ise tutuklanmıştı.
Gözaltına alınıp tutuklananlar arasında bulunan en önemli isim kuşkusuz ki, 1980
öncesinde Hanefi Avcı’nın işkence tezgâhından geçen Necdet Kılıç’tı. Çünkü
Avcı’nın nedamet getirip kendisini bularak özür dilemesinden sonra Kılıç’la
aralarında arkadaşlık gelişmişti. Zaten Necdet Kılıç üzerinden tüm SDP’lilerin bir
komployla dâhil edildikleri operasyonlar üzerinden hepsi DK’ye monte edilerek
aslında esas hedef olan Avcı’nın tutuklanması da böylece sağlanacaktı. Öyle de
oldu. Yazdığı kitabıyla emniyette varolan örgütlenme üzerinden Fethulah Gülen
cemaatini hedef alan Avcı birkaç gün sonra, “örgüte yardım ve yataklık” ettiği
iddiasıyla tutuklandı. Avcı zaten kitabında, Necdet Kılıç üzerine kayıtlı olan ancak
kendisinin kullandığı ve kimsenin bilmediği telefonunun IMEI numarası üzerinden
aylardır dinlediğini yazmıştı. Hanefi Avcı, kitabında kendisinin nasıl dinlendiğini,
“Sadece 2 kişinin konuştuğu bir telefonun tespit edilmesiyle dinleme başlamış.
IMEI numarası üzerinden mahkeme kararı alınarak dinleme yapılmış. Yasadışı
283
terör örgüt elemanı gibi gösterilerek dinlendim” diye anlatmıştı. Ancak cemaat
medyasında yer alan haberlerde Kılıç’ın, büyük sansasyon yaratan Avcı’nın
kitabında adının geçmesi Devrimci Karargâh ile Hanefi Avcı bağlantısının kanıtı
olarak sunuldu.
İddialara göre Orhan Yılmazkaya’nın evinde bulunan parmak izlerinden SDP’ye
oradan da örgütle ilişkisi olduğu tespit edilen isim olan Necdet Kılıç’a ulaşılmıştı.
1980 darbesi öncesi THKP-C Kurtuluş örgütü içerisinde faaliyet yürüten ve
cezaevinde yatan Necdet Kılıç'ın telefonları DK soruşturması kapsamında teknik
takibe alınmıştı. Kılıç üzerinden Avcı’ya ulaşılması ise bir dizi “tesadüfle”
gerçeklemişti.
Basına yansıyan ve emniyet kaynaklı olduğu belli iddialara göre DK soruşturmasını
yürüten polis, Necdet Kılıç üzerinden Hanefi Avcı'ya ulaşmıştı. Avcı’yla
konuşmaları belirlenen Kılıç’ın kullanıyor olabileceği ikinci bir telefon olabileceği
ihtimali üzerinden yola çıkan polis “inanılmaz” bir yöntemle bu kuşkusunu haklı
çıkaracak bir tespitte bulunmuştu. Kılıç'ın evinin bulunduğu Beyoğlu
Galatasaray’da bölgesinde yapılan çalışmalarda Tuğrul Çakır adına kayıtlı
“şüpheli” olduğu değerlendirilen bir telefon numarası tespit edilmişti. Şüphenin
nedeni ise sadece Ceyhun Ünlü adına kayıtlı telefon numarasıyla görüşülüyor
olmasıydı. Çakır ve Ünlü adına kayıtlı bu iki ardışık numaralı telefonların sadece
birbiriyle görüşmek için kullanılmasından kuşkulanan polis bu telefonların aynı
zamanda Necdet Kılıç'ın evinin bulunduğu bölgeden sinyal verdiğini de tespit etti.
Bu telefonların evinin bulunduğu bölgeden sinyal vermesi üzerine Necdet Kılıç’ın
DK örgütü adına faaliyet gösterdiğini öne süren polis hâkim kararıyla 7 Kasım
2009'da dinleme kararı almıştı. Yapılan teknik takip sırasında telefonların Nejdet
Kılıç tarafından değil Hanefi Avcı ile öğretmen sevgilisi Kezban Küçük tarafından
birbirleriyle konuşmak ve mesajlaşmak için kullanıldığı da belirlenecekti. Bunun
üzerine Küçük’ün telefonları dinleme kapsamından çıkarılırken, Avcı izlenmeye
devam edildi. İkilinin aynı zamanda Kılıç'ın evinde buluştukları da tespit edilmişti.
Yazdığı kitapta Kılıç'ın dinlendiğini Avcı’nın açıkça yazması üzerine de polisin
yürüttüğü bu “çok gizli” operasyon deşifre olmuştu. Takip altında olduklarını fark
eden örgüte yönelik operasyon öne çekilmiş ve gözaltılar gerçekleşmişti. Zaten
basına sızdırılan kaydedilmiş telefon görüşmelerinde Avcı’nın izleme ve takip
altında bulundurulan Kılıç’a dinlendiğini ve dikkat etmesi gerektiğini söylemesi de
soruşturmanın gizliliğinin ihlal edilmesi olarak yorumlanmıştı. Özellikle cemaat
medyasında yer alan haberlere göre de zaten Avcı’nın verdiği bu bilgi üzerine de
polis operasyonları yapmıştı.
Dediği gibi hayatı zindan oldu
284
Avcı ise arkadaşım dediği Kılıç’la ilişkisi hakkında hiçbir suç delili bulunmadığını,
DK operasyonu hakkında Kılıç’a bilgi sızdırmadığını, haksızlığa uğradığını iddia
ediyordu. Ancak polis ve savcılık aynı kanaatte değildi. 28 Eylül 2010’da
Ankara'da Emniyet Genel Müdürlüğüne giden Hanefi Avcı İstanbul Özel Yetkili
Savcısı Kadir Altınışık'ın çıkardığı “yakalama” müzekkeresi nedeniyle gözaltına
alındı. Eskişehir'de boşalttığı Emniyet Müdürlüğü makamı ile henüz boşaltmadığı
Emniyet Müdürü lojmanı arandı. Bazı evrak ve elektronik malzemelere el kondu.
İstanbul'a getirilen Hanefi Avcı, Özel Yetkili Savcı Kadir Altınışık'a ifade vermeyi
reddetti. Yaşadıklarını komplo olarak değerlendiren Avcı, tutuklanma talebi ile
nöbetçi 14. Ağır Ceza Mahkemesine çıkartıldı. Mahkemede hâkimin sorularına
yanıt veren Avcı, mahkeme tarafından örgüte yardım suçlaması ile tutuklandı.
Hanefi Avcı tutuklanmasının ”Cemaat operasyonu” olduğunu ileri sürse de
tutuklanmaktan kurtulamadı ve Silivri Cezaevi’ne kondu.
DK soruşturmasıyla arasında bağ kurulmasından sonra da, AKP yandaşı ve
cemaate angaje medyada Avcı’nın işkenceciliğiyle başlayan linç kampanyası bu
garip örgütle arasında ne tür bir ilişkini olduğuna yönelik sorgulamaya dönüştü.
Zaten DK de Ergenekon’un güdümünde diye ilan edilmesi de işleri kolaylaştırdı.
Soruşturmada gizlilik kararı vardı ama dosyadaki polis tarafından kaydedilmiş
telefon konuşmalarından, Avcı’nın kime ne dediğine, sevgilisiyle nerede nasıl
buluştuğuna kadar bir dizi ayrıntı cemaat medyası eliyle toplumun gözüne
sokulmuştu. Avcı’nı sevgilisi Kezban Küçük’ün de DK örgütü üyesi olduğu iddia
edildi. Hemen ardından aslında Küçük’ün örgüt üyesi olmadığı ama DK ile ilintili
Necdet Kılıç’ın evinde buluşulduğunda sevişme görüntülerinin gizlice kaydedilip
şantaj yapıldığı ortaya atıldı. Bu da tutmayınca bu kez de ikilinin evliyken ilişkiye
başladıklarından dem vurulup ahlaken ne kadar düşmüş olduklarından bahsedildi.
Avcı’ya, itibarsizlaştırmanın en büyük aracı haline gelen Ergenekon’cu olmak ve
“Ergenekon’un uyuyan derin hücresi” olmak suçlalamaları da yöneltildi.
Sonrasındaysa Necdet Kılıç’a muhbirlik suçlaması yöneltilip Avcı’ya bilgi taşıdığı
bile öne sürüldü. Ama her ne hikmetse hem muhbir hem de bilgiyi alan emniyet
müdürü aynı örgütle ilişkilendirilip tutuklanmıştı.
AKP de, hem de en tepeden başlayarak bu linç kampanyasından geri durmadı. 30
Eylül 2010’da Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç, Emniyet Müdürü Hanefi
Avcı'nın tutuklanmasına ilişkin Hükümetin veya siyasi otoritelerin bir ilgisi ve
dahlinin bulunmadığını belirterek şöyle diyordu: “Kitabı ilgiyle karşılanmıştır ama
şu anda devam eden başka bir soruşturma sebebiyle kendisi gözaltına alınmış ve
daha sonra tutuklanmıştır. Gözaltına alanlar adli makamlardır, tutuklama
isteminde bulunan savcıdır, tutuklayan hâkimdir. Yargı sürecinde cereyan eden bir
olayla karşı karşıyayız. Bu tür olaylar da ilk değil. Soruşturma geçirmekte olan bir
kişi hakkında söyleyecek başka bir söz bulamıyorum. Ancak kamuoyunda 'kitabı
yazdığı için mutlaka bu tutuklama olmuştur' diye düşünenler var. Bu yargıya
285
inanmamak anlamına gelir. Yargısal sürecin işlediği bir yerde mutlaka hukuki tüm
yardımlar, olanaklar, imkânlar ortaya konulacaktır. Hükümetin veya siyasi
otoritelerin bu olayla bir ilgisi, bir dahli, bir katkısı olduğu kanaatinde değilim.
'Kitap dolayısıyla gözaltına alındı' diyenlerin karşısında 'gözaltına alınacağını,
böyle bir soruşturmayla karşılaşacağını biliyordu, onun için bu kitabı alelacele
piyasaya çıkardı' diyenler de var. Ben onların yalancısıyım. Ama bir gerçek var.
Ortada bir yargı süreci var, o yargı sürecini hepimiz büyük bir dikkatle takip
etmeliyiz.”
Aynı gün Adalet Bakanı Sadullah Ergin soruşturma sürecinin devam ettiğine işaret
ederek,”İhtiyatlı yaklaşmak, beklemek lazım” diyordu. Avcı’nın kitabı yüzünden
tutuklandığı yönünde yorumlar bulunduğunu ve iddilarıyla ilgili ne yapıldığını
soran gazetecilere de Ergin, “Bu yorum Avcı hakkındaki iddialardan sadece bir
tanesi, başka iddia ve yorumlar da bulunuyor. İddialarıyla ilgili de bakanlık
soruşturmasında belli bir mesafe aldık. Avcı'nın müşteki sıfatıyla ifadesine
başvuracağız” diye açıklama yapmıştı. 1 Ekim 2010 günü de Başbakan Tayyip
Erdoğan, Meclis'teki yeni yasama yılı açılış resepsiyonunda BDP'li Akın Birdal'ın
konuyu gündeme getirmesi üzerine, yürütmenin yargının talimatının gereğini
yaptığını belirterek, “Burada Avcı ile ilgili bir şey varsa bunun intisapları
bağlantıları nelerdir? Yürütme hepsini araştırmak durumundadır. Şimdi durup
dururken yoldan geçen birini almıyorlar değil mi?” diye tavrını ortaya koyuyordu.
Soruşturma avukata gizli basına açık

Tüm bu hengâme arasında gürültüye giden ise Avcı’nun tutuklanması için
kendilerine yönelik operasyon yapıldığını öne süren SDP ve TÖP’lülerdi. SDP
Genel Başkanı Rıdvan Turan'ın da aralarında bulunduğu 17 kişinin gözaltına
alındığı günlerde henüz ifadeler dahi alınmamışken özellikle Samanyolu TV ve
Zaman Gazetesinde “Emniyet'ten şok görüntüler” ve “ soruşturma
derinleştirildiğinde örgütün illegal faaliyetlerini legal platformda maskelemek için
SDP çatısı altında faaliyet yürüttüğü tespit edildi” gibi iddialar yer almıştı.
Haberlerde gözaltına alınanlar AKP il binasına düzenlenen bombalı saldırıyla
ilişkilendirmekten de geri durulmuyordu. Turan'la birlikte 13 kişi aynı iddia ile
tutuklanırken, soruşturmada “illegal faaliyet” diye yöneltilen soruların tamamının
SDP'nin eylem ve etkinlikleri olduğu, söz konusu DK örgütüyle ilgili tek bir soru
yönetilmediği de birkaç gün sonra ortaya çıktı. Dosya hakkında “gizlilik” kararı
varken ve zanlıların avukatları dahi bilgilere erişemezken “yandaş” diye anılan
cemaat medyasının yargıdan daha fazla bilgiye sahip olması eleştiriliyordu.
Soruşturma dosyasının avukatlar görmeden televizyonların yayınladığını belirten
Rıdvan Turan'ın avukatı Gülizar Tuncer yapılan haberlerin gerçekten tamamen
uzak ve kirli bir propaganda amaçlı yapıldığını belirterek, “Bazı basın
286
kuruluşlarının misyonunun da bu olduğunu düşünüyorum. Soruşturma dosyasında
gizlilik kararı bulunmasına rağmen basının bu haberleri nasıl servis ettiği ise
düşündürücüdür. Bu güne kadar hiçbir evrak elimize geçmedi. Hatta hazır
bulunduğumuz emniyet ifadelerinin tutanakları dahi bize verilmedi. Gizlilik kararı
bize verilmedi. Yani tarih ve karar numarasını bilemediğimiz bir gizlilik kararına
itiraz etmek durumunda kaldık. Fakat daha operasyon başlar başlamaz basına bu
gerçek dışı bilgiler basına niye verildi ona bakmak lazım” diyordu.
Necdet Kılıç’ın SDP üyesi olmadığını da belirten Tuncer, “Kılıç ve Avcı'nın
tanışıklığı üzerinden senaryo hazırlamıştır. Basın aracılığıyla Kılıç'ın DK üyesi
olduğu ve Avcı ile tanışıklığından hareketle derin devletle ilişkide bulunduğu ve
bunun üzerinden SDP'nin de benzer ilişkilerin içinde olduğu izlenimi
yaratılmaktadır. Ancak bunlar maddi temeli olmayan kara propaganda. DK
ilişkisini temellendirecek hiçbir somut delil yok. Toplumsal muhalefeti ‘terör
örgütü’ ilan etme amacı da taşıyan bu tür haberlerin bir diğer hedefi de toplumda
kendisini devrimci, sosyalist olarak tanımlayanların 'güvenilmez' ve 'derin devlet'le
ilişkili gibi göstermektir. Hedeflenen, hiçbir aleyhe somut delil olmaksızın bütün bu
toplumsal muhalefeti tek bir örgüt çatısı altında toparlayıp hepsine ‘terör örgütü’
diye suçlamayı amaçlayan bir yaklaşımdır” diye konuşuyordu.
Boşaltılan makam odasında dinleme kasetleri
Derken, Hanefi Avcı’nın haftalar önce boşalttığı Eskişehir Emniyet
Müdürlüğü’ndeki makam odası aranmış ve iddiaya göre kamuoyunun yakından
tanıdığı birçok ismin 24 ayrı kasete kaydedilen telefon dinleme kayıtları
bulunmuştu. Kayıtlarda kamuoyunun yakından tanıdığı gazeteciler, siyasetçiler,
kimisi Ergenekon sanıkları arasında bulunan askerler, mafya liderleri, MİT’çilerin
de bulunduğu çok sayıda kişinin telefon görüşmeleri yer alıyordu. 22 sanıklı DK
iddianamesinin en popüler şüphelisi durumunda olan Hanefi Avcı’nın tutuklanması
üzerine AKP yakınlığıyla bilinen kimi gazeteci ve yazarların da itirazlarını dile
getirdiği yazılar kaleme almasından kısa süre sonra Avcı’nın odasından telefon
dinleme kayıtları bulunduğu haberleri medyaya servis edilmişti. İlginç olan ise
dinleme kayıtlarının arasında Avcı’ya destek veren yazarların da bulunmasıydı. Öte
yandan Avcı da cezaevinden yaptığı açıklamada Eskişehir’deki makam odasından
çıktığı öne sürülen telefon dinleme kayıtlarının mağdurlarının basına yaptıkları
açıklamalarda dinlemelerin 1994-1999 yılları arasında olduğunu söylediklerini
belirterek, kendisinin bu tarehleri kapsayan dönemde istihbarat biriminde görevli
olmadığını vurgulamıştı. Avcı makam odasında adli zabıta görevi
olmayan Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire Başkanlığı görevlisi
polis memurlarına arama yaptırılmasını anlamadığını belirterek kendisine komplo
kuran cemaate mensup polislerin arşivinde bulunduğunu belirttiği kasetlerin iftira
287
amacıyla, sahte delil yaratmak için boşalttığı makam odasına konulduğunu söyledi.
Avcı, makam odasını aramalardan 28 gün önce boşalttığını ve tutanak da
tutturduğunu belirterek hakkında düzenlenen komplonun parçası olarak dinleme
kasetlerinin odasında bulunmuş gibi gösterildiğini söylüyordu. 4 Şubat 2011 günü
İstanbul 12. Ağır Ceza mahkemesi tarafından kabul edilen DK soruşturması
iddianamesinde yer alan bilgiler de, iddianamenin 20 numaralı sanığı olan Avcı’nın
açıklamalarını doğruluyordu. Konuyla ilgili yürütülen soruşturmada ifadesi alınan
Eskişehir Emniyet Müdürlüğü’nde görevli polis ve idari büro çalışanları Hanefi
Avcı’nın, makam odasından çıktığı öne sürülen telefon dinleme kayıtlarının
bulunduğu çantayı hiç görmediklerini söylüyordu.
Dinleme kayıtlarımakam odasında bulunuyor
Avcı’nın makam odasında Emniyet Genel Müdürlüğü Terörle Mücadele Daire
Başkanlığı görevlileri tarafından 28 Eylül 2010 günü yapılan aramada, dinlenme
odasında bulunan gardırop üzerindeki siyah renkli laptop çantası içinde 24 adet
teyp kaseti bulunduğu iddianamede belirtildi. Kasetlerin yapılan incelemesinde
aralarında gazeteciler Fatih Altaylı, Mehmet Ali Birand, Ayşe Arman, Cüneyt
Özdemir, Kadir Çelik, Uğur Cebeci, Ünal İnanç, Enis Berberoğlu, Uğur Dündar,
Ertuğrul Özkök, Necdet Açan ile eski Başbakan Mesut Yılmaz, eski Bakan
Mehmet Ali Yılmaz, eski Sarıyer Belediye Başkanı Yusuf Tülün, eski Milletvekilli
Ahmet Özal, Özer Çiller, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Güven Erkaya,
Ergenekon sanığı emekli Tuğgeneral Veli Küçük, emekli Orgeneral Çevik Bir,
emekli Tümgeneral Erdal Şenel, Haydarpaşa Askeri Hastanesi Başhekimi
Tümgeneral Çetin Harmankaya, işadamları Erol Aksoy, Enver Ören, Korkmaz
Yiğit, Jefi Kamhi, Emin Cankurtaran, MİT’çi Mehmet Eymür, eski Vali Kemal
Yazıcıoğlu, emniyet müdürleri Mutlu Çelik, Reşat Altay, İsmail Taşkafa, YÖK
Denetleme Kurulu Başkanı Sedat Arıtürk, Bedrettin Dalan, mafya liderleri Sedat
Peker, Alaattin Çakıcı, Ali Yasak, Susurluk hükümlüsü Erol Evcil ve Tuncay
Güney ile açık kimlikleri tespit edilemeyen çok sayıda kişinin telefon dinleme
kayıtları olduğu tespit edildi. İddianamede, diğer kasetlerin, 2000 yılından önce
oluşturulduğu değerlendirilen toplam 225 adet telefon dinlemelerine ait kayıtlar
olduğu belirtildi.
İddianamade, Avcı’nın Eskişehir’deki makam odasında yapılan arama sırasında
kayda alınan görüntülerin çözümünden de bahsedildi. Görüntülere göre dinleme
kayıtlarının bulunduğu 24 teyp kasetinin yer aldığı siyah renkli laptop çantasının
makam odasının dinlenme bölümünde yer alan gardırop üzerinde olduğu
belirtilerek, “Kasetlerle birlikte çanta içerisinde, ‘Sn. Hanefi Avcı Beyin dikkatine’
diye başlayan ‘Hüseyin Özalp Asayiş Dairesi Başkanı’ diye biten şüpheli Hanefi
Avcı’ya hitaben yazılmış bir sayfadan ibaret bilgisayar çıktısı olduğu
288
değerlendirilen belgenin bulunduğu, bu belgenin altında kırmızı naylon dosya
içerisinde görüldüğü kadarıyla ‘Umum Emniyet Müdürlüklerine’ ve ‘Eskişehir
Cumhuriyet Başsavcılığına’ hitaben yazılmış resmi evrakların bulunduğu, evraklar
üzerinde ‘Müdürüm O.Evi ile ilgili…. boş vaktinizde göz atarsınız diye gönderdim
saygılar’ içerikli el yazısıyla yazılmış küçük sarı not kâğıtlarının yapıştırıldığının
görüldüğü, kasetlerin alındığı, yukarıda bahsi geçen belgelerin tekrar aynı siyah
çanta içerisine konulduğu, çantanın da gardırop üzerine konulduğu anlaşılmıştır”
denildi.
Parmak izleri halen inceleniyor
İddianamede yer alan bilgilere göre, Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü'nce 24 adet
teyp kasetindeki görüşmelerden bir kısmı çözümlenemedi. Çözümleri yapılamayan
ve içerisinde anlaşılamayan bölümlerin bulunduğunun bildirilmesi üzerine, 7-11-12
ve 17 rakamları ile numaralandırılmış kasetlerin anlaşılamayan bölümlerinin
anlaşılabilir hale getirilmesi amacıyla TÜBİTAK görevlilerine teslim edildi.
Kasetlerin ele geçirildiği çantada ve iki adet naylon poşet üzerindeki 65 adet vücut
izinin de mukayese işlemlerinin devam ettiği, bittiği takdirde savcılığa
gönderileceği de iddinamede belirtilerek, “Bahse konu çanta üzerinde parmak izi
çalışması yapılabilmesi için İstanbul Emniyet Müdürlüğüne gönderilmiş, olay yeri
inceleme ve kimlik tespit şube müdürlüğü görevlilerince mühürlü torba içerisinden
çanta ile birlikte çıkan iki adet naylon poşetlerin üzerinden (65) adet vücut izi elde
edilmiştir. Mevcut izlerin mukayeseleri devam etmekte olup, ilgili raporlar
gönderildiğinde dosyasına konulacaktır” denildi. Olay Yeri İnceleme ve Kimlik
Tespit Şube Müdürlüğü'nün 2 Aralık 2010 tarihli yazısına da yer verilen
iddianamede, “Kaset dış kapları üzerinden 6 adet parmak izinin tespit edildiği, bu
izlerin mukayeseye elverişsiz nitelikte oldukları bildirilmiştir” ifadeleri yer aldı.
Dinleme kayıtlarını Avcı’nın odasına kim koydu?
Ancak konuyla ilgili medyada çıkan haberler üzerine 11 Ekim 2010 günü İstanbul
Cumhuriyet Başsavcılığı’na bir dilekçe yazan Avcı, 31 Ağustos 2010’da makamını
boşalttığını ve tüm eşyalarını da liste halinde aldığını belirterek suçlamaları
reddetmişti. Bunun üzerine İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, Eskişehir
Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan konunun araştırılarak kendilerine bilgi veirilmesini
talep etti. Yapılan soruşturmada Eskişehir Emniyet Müdür Vekili Abdülkadir
Kutlu, Özel Kalem Büro Amiri Nazmi Ayhan ile makam şoförü, koruma, büro
memuru ve sekreter olarak görev yapan polisler Cengiz Ayhan Oktay, Veli
Buğdaycı, Muharrem Karagür, Kemal Altınsoy, Ramazan Alpay, Şener Karadan,
İlker Yıldırım, Merzuka Büyükbayram ile makam odasının temizliğini yapan
289
Cüneyt Göktepe’nin tanık sıfatıyla ifadeleri alındı. İddianamede, sözkonusu
kasetlerin Avcı’ya ait olmadığını belirten ifadeler şöyle yer aldı:
Emniyet Müdür Vekili Abdülkadir Kutlu, “Hanefi Avcı 31 Ağustos 2010’de
Emniyet Müdürlüğü görevinden ayrıldı. İvedi olarak ilişik kesmek durumunda
kaldığı ve müfettişlerin de soruşturma yapmaları nedeniyle Eskişehir’den
ayrılmadı. Yaklaşık 1 hafta süreyle veda ziyaretleri amacıyla zaman zaman
makamına geldiğ. İlişik kestikten bir hafta sonra Eskişehir’den ayrıldı. Uzun süre
kullanmadığı makam odasını 28 Eylül 2010’da yapılan aramadan sonra kullanmaya
başladı.”
Makam şoförü Cengiz Ayhan Okyay: “Hanefi Avcı’nın geliş ve gidişlerinde elinde
söz konusu laptop çantasını görmedim. Evinden makamına getirmiş olduğu laptop
bilgisayara ait çantasına da benzemıyor.”
Makam şoförü Muharrem Karagür: “Bana gösterilen laptop çantasını hiç
görmedim. Aynı zamanda Hanefi Avcı’nın elinde gördüğüm laptop çantasıyla da
aynı değil.”
Makam şoförü Kemal Altınsoy: “Hanefi Avcı’nın zaman zaman elinde gördüğüm
laptop çantası ile bana gösterilen aynı değildir.”
Makam şoförü Veli Buğdaycı: “Bana gösterilen laptop çantasını ilk kez gördüm.”
Koruma polisi Ramazan Alpay: “Bana gösterilen laptop çantasını ilk kez gördüm.
Hanefi Avcı zaman zaman ikametinden laptopunu bir çanta içerisinde getirirdi
ancak o çanta bana gösterdiğiniz gibi deri değil kumaşımsı bir cinsteydi.”
Koruma polisi Şener Karadan: “Savcılık aramasına kadar makam odası hiç
kullanılmadı. Hanefi Avı’nın elinde zaman zaman laptop çantası gördüm ama o
çanta ile bana gösterilen çanta aynı değil. Avcı’nın kullandığı deri değil kumaşımsı
bir cinsteydi.”
Polis memuru İlker Yıldırım: “Hanefi Avcı’nın tayini çıkması nedeniyle makam
odasında bulunan eşyaları Nazmi Ayhan’la birlikte topladık. Avcı kendisine ait
eşyaları masanın üzerine koydu ve biz de kolilerle yerleştirip liste tanzim ettik.
Dinlenme odasında bulunan gardırobun yüksekliği yaklaşık 2,5 metre, genişliği de
yaklaşık 1,5 metredir. Gardırobun üzerinde herhangi bir eşya bulunması halinde
girişte görülürdü. Makam odasına sık sık girip çıkardım ve bana gösterilen laptop
çantasını ilk kez görüyorum. Hanefi Avcı ayrıldıktan sonra makam odasını kimse
kullanmadı. Mesai bitiminden sonra kapıları kilitleyerek ayrıldık.”
Özel Kalem Büro Amir Vekili Nazmi Ayhan: “Polis memuru İlker Yıldırım’la
birlikte makam odasındaki eşyaları toplayarak kolilere yerleştirdik ve listesini
yaptık. Hanefi Avcı’nın Eskişehir’den ayrıldıktan sonra aramaya kadar olan süre
içinde makam odasını kullanan olmadı. Ben 28 Eylül 2010’da yapılan arama
başladıktan 10 dakika sonra göreve geldim. Arama sırasında el konulan CD ve
kasetler bana paraflattırıldı. Dinlenme odasında bulunan gardırobun üzerinde siyah
bir çanta görmedim. Eşyaları topladığımız sırada gördüğümüz her eşyanın Hanefi
290
Avcı’ya ait olup olmadığını kendisine sorduk. Böyle bir çanta olması halinde onu
da sormamız gerekirdi. Savcılık araması tamamlandıktan sonra bana paraflattırılan
kasetleri görevlilere sorduğumda bana dinlenme odasında bulunan gardırobun
üzerinde bulunan siyah renkli çantadan çıktığını söylediler. Ama gardırobun
üzerinde çanta olması halinde de görürdük.”
Temizlik göevlisi Cüneyt Göktepe: “Hanefi Avcı görevden ayrıldıktan sonra birkaç
kez veda ziyareti amacıyla makam odasına geldi. Eskişehir’den ayrıldıktan sonra
makam odasını kullanan olmadı ama ben her gün makam odasının temizliğini
yaptım ama dikkatimi çeken herhangi bir durum yoktu. Hanefi Avcı görev yaptığı
sırada ve görevden ayrıldıktan sonra dinlenme odasında bulunan gardırop üzerinde
herhangi bir eşya görmedim. Olsaydı girişte gözüme çarpardı.”
Sekreter Merzuka Büyükbayram: “Arama sırasında ben yoktum. Genelde sekreter
odasında olduğu için makam odasındaki eşyalar hakkında bilgi sahibi değilim.”
2011 Ocak ayı sonunda Ergenekon sanıklarından teğmen Mehmet Ali Çelebi’nin
cep telefonunun rehberine de gözaltında tutulduğu sırada İstanbul Emniyet
Müdürlüğü’nde görevli polislerce Hizbut Tahrir örgütü üyesi olduğu idida edilen
Mahmut Oğuz Kazancı’nın telefonunun rehberinin kopyalandığı da ortaya çıkmıştı.
Konu üzerine İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada sözkonusu
işlemin “sehven” (yanlışlıkla) yapıldığı öne sürülmüştü. Ergenekon
soruşturmalarının birçok şüphelisi de zaman zaman polislerin sahte delil
ürettiklerini öne sürmüştü.
“Asıl Karargâh, Philadelphia'nın Ağlayan Adamının Etrafında”
Avcı’ya ve onun üzerinden sosyalist kimlikleriyle bilinenlere yönelik bu
komplonun içine dâhil edilenlerden biri de Mahir Sayın’dı. Hanefi Avcı’nın
ulaştırdığı bilgilerle, örgütün “son anda polisin elinden kurtularak” yurtdışına kaçan
lideri olarak anılan Sayın, www.binaet.org isimli internet sitesinde 01 Ekim
2010’da , “Asıl Karargâh, Philadelphia'nın Ağlayan Adamının Etrafında”136 başlıklı
bir yazı kaleme aldı. Komplonun amacının Hanefi Avcı’yı susturmak olduğunu
vurgulayan Sayın yazısında özetle şunları dile getirmişti:
“Hayatımda muhtelif örgütlerin mensubu olmakla birçok kez suçlandım. Hepsinde
bir ciddiyet, bir yanından gerçeğe dokunma vardı kuşkusuz. Ama 21 Eylül 2010
tarihinde SDP, TÖP, Red, Dönüşüm, Bilim ve Gelecek dergilerinden insanların
tutuklanması sonucu benim de Devrimci Karargâh isimli örgütün ‘üst düzey
yöneticisi/lideri’ olarak soruşturulmam kadar tuhaf bir örgüt işiyle karşılaşmadım.
Bundan daha komik olanı zamanın Perinçekçilerinin 1971 yılında polis tarafından
‘oportünistler örgütü’ olarak tutuklamasıydı.
136 http://bianet.org/bianet/siyaset/125160-asil-karargâh-philadelphianin-aglayan-adaminin-etrafinda
291
14 Eylül tarihinde işlerim dolayısıyla İsviçre’ye gitmiştim. 21 Eylül’de yapılan
tutuklamaların basına yansımalarını görünce şaşkınlıktan küçük dilimi yuttum.
Özellikle Samanyolu TV edepsiz bir kolaj yaparak ya da polisten alıp yayınlayarak
müthiş bir terör örgütünün İstanbul polisi tarafından ortaya çıkarıldığını haber
veriyordu. Legal bir partinin başkanı ve yürütme kurulu üyeleri, dergi
çevrelerinden insanlar yazarlar terörist diye tutuklanıyor ve benim de operasyonu
önceden öğrenerek yurt dışına kaçtığım anlatılıyordu. Hem de nasıl?
Emniyetçi Hanefi Avcı’nın, Necdet Kılıç’a, onun Doğan Fırtınaya, Fırtına’nın da
bana haber vermesi sonucu ben operasyondan haberdar oluyorum ve ‘örgüt
arkadaşlarımı durumdan haberdar etmeden’ operasyondan bir hafta önce yurt
dışına legal yollardan firar ediyorum! Beni adım adım izlemekte olan İstanbul
polisi ise normal yollardan çıkış yaptığım Sabiha Gökçen Havaalanı’na kadar
izimi süremediği için olsa gerek, üzerinde Salih Mahir Sayın yazan kimliğimle uçup
gidiyorum.
Mesele ne imiş? Devrimci Karargâh denilen örgütü yönetmekte imişim ve Hanefi
Avcı’da bu örgütle ve benimle bir biçimde ilişkili ki, beni uyarıyor. Ama ‘ben
değişik partilere/örgütlere dağılmış’ arkadaşlarımı uyarmıyorum! Ben kaçıyorum
onlar tutuklanıyor. Hepsinden komik olanı da H.Avcı beni kurtarmak için(!)
kendini böylesine riske atarak tutuklanmayı bekliyor? Madem kaçmak gerekli bir
yol, kendisi neden kaçmıyor ve susturulmasına izin veriyor? Benden başka önemi
olan hiç mi başka insan yoktu ki onlara haber verilmiyor?
Bunlar normal aklın yanıtlayabileceği sorular değil. Bu ancak telaş içerisinde
senaryo hazırlayan Terörle Mücadele Dairesi görevlilerinin kendilerini ikna
edebilir. Ama işin ilginç yanı bu akıl kabul etmez senaryoyu hukuk okumuş savcı ve
hâkim de kabul ediyor ve 13 kişi bir çırpıda tutuklanırken dört gün sonra onlara
Hanefi Avcı da ekleniyor. Demek ki, H. Avcı’nın iddiaları doğru Cemaat devlet
kurumları içerisinde öylesine yan bir hiyerarşi oluşturmuş ki, en akıl almaz
senaryolarla bile insan tutuklanabiliyor. H. Avcı da ‘tutuklanmam iddialarımı
doğrulamıştır.
Daha bitmedi. Benim Hanefi Avcı ile bırakalım aynı örgütünün içinde veya
yakınında durmayı, sanırım aynı caddeden bile geçmişliğim tartışılabilir.
Kurtuluşçulara işkence yapmış eski bir emniyetçi olması dolaysıyla varlığımdan
haberdar olabilir ama işkencecim bile olmamıştır!... Bu kadar alakasız duran
insanların nasıl oldu da yolları böyle bir davada kesişti?... Nereden bakarsanız ipe
sapa gelmez bir senaryo. Bütün mesele, H. Avcı’yı susturabilmek için bir örgüt
bağlantısı uydurma ihtiyacından kaynaklanmaktaydı… İt iti ısırmaz derler ama
bunlar ısırıyorlar… Biz de komplonun ana karargâhını deşifre edelim. Asıl
Karargâh, karşı devrimci karargâh Recep Tayyip Erdoğan'ın karşısında elpençe
divan durduğu, referandum başarısındaki katkıları dolaysıyla selamlar gönderdiği
Philadelphia'nın ağlayan adamının etrafında kurulmuştur.”
292
Dün polis, bugün örgüt üyesi
Yazdığı kitapla bir anda hedef haline gelen hanefi Avcı’nın da sanıkları arasında
bulunduğu DK soruşturmasının iddianamesi İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesince
4 Şubat 2011 günü kabul edildi. İddianamede Avcı DK örgütüne yardım yataklık,
SDP’lilerin de aralarında bulunduğu diğer şüpheliler de örgüt üyesi olmakla
suçlandı. 14’ü tutuklu 22 kişi hakkında hazırlanan iddianamede Avcı’ya “Devrimci
Karargah terör örgütü ve mensuplarına yardım”, “Terörle mücadelede görev almış
kişileri hedef gösterme”, “Soruşturmanın gizliliğini ihlal” gibi suçlamalar
yöneltildi. Savcı Kadir Altınışık tarafından hazırlanan iddianamede, Avcı’nın
mahkemelerce verilen dinleme kararlarına ve uygulamalarına ulaşarak bunları
Devrimci Karargah terör örgütü şüphelisi Nejdet Kılıç’a bildirdiği öne sürülerek,
“Hanefi Avcı’nın, Devrimci Karargah terör örgütüne ve şüphelilerine yardımda
bulunduğu anlaşılmıştır” denildi. 22 sanıklı iddianamede, ‘‘Hanefi Avcı’nın,
mahkeme tarafından verilmiş gizli belge niteliğini taşıyan mahkeme kararını
usulsüz olarak elde ettiği ve Devrimci Karargah terör örgütü şüphelisi Necdet Kılıç
ile bunları paylaştığı anlaşılmıştır. Dolayısıyla Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın
Devrimci Karargah Örgütü ve şüphelilerine yardımda bulunduğu tespit edilmiştir’’
denildi.
Soruşturmanın gizliliğini ihlal iddiası
Necdet Kılıç’ın Beyoğlu’ndaki evinde yapılan aramada elde edilen el yazımı
dokümanların içerisinde, Avcı’nın deşifre ettiği öne sürülen soruşturma dosyasının
tarih ve sayısının yer aldığı notların ele geçirildiği belirtilen iddianamede, “Hanefi
Avcı, Necdet Kılıç ile yaptığı telefon görüşmelerinde, ‘Necdet’in, savcılığa dilekçe
vermesi gerektiğini, hakkında eski dinleme kararı bulunduğunu, dinleme ile ilgili
yeni bir karara ulaştığını, telefonun Necdet Kılıç’ın üzerine olmasına rağmen
dinlemenin başkasının adına alındığını, bunu yapanların İstanbul İstihbarat Şubesi
olduğunu, dinleme harici takip de yaptıklarını, takibi yapanların normal polis
olmadığını, cemaatin adamları olduğunu, bunu da dilekçesinde belirtmesi
gerektiğini’ söylemiş, mahkeme tarafından verilmiş gizli belge niteliğini taşıyan
mahkeme kararını usulsüz olarak elde ettiği ve Devrimci Karargah terör örgütü
şüphelisi Necdet Kılıç ile bunları paylaştığı anlaşılmıştır. Dolayısıyla Emniyet
Müdürü Hanefi Avcı’nın Devrimci Karargâh Örgütü ve şüphelilerine yardımda
bulunduğu tespit edilmiştir” denildi.
Ergenekon soruşturmalarını eleştirmek de suç
293
Avcı’nın yazmış olduğu kitabında Ergenekon soruşturması ile ilgili gizli tanık
ifadelerinin basit ve uydurma olup maddi delillere aykırı olduğunun yazdığı
belirtilen iddianamede, “Böylece okuyan kişilerin kafasında, soruşturmanın
ciddiyeti ve doğruluğu hakkında şüpheler meydana getirilmeye çalışıldığı
görülmüştür. Kitapta, istihbarat, terörle mücadele şube müdürlükleri personelinin
de terör örgütlerinin Ergenekon terör örgütü ile irtibatlarının olduğu ve yönetildiği
hususlarına inanmadıkları iddia edilmektedir. ‘İstihbarat Daire Başkanlığında,
cemaatin özel cihazları ve kanunsuz dinleme materyalleri mevcuttur’ denilerek,
Emniyet içerisinde hizipleşme varmış algısı uyandırılmış, İstihbarat Daire
Başkanlığı kanunsuz dinlemeler yapmakla itham edilmiştir. Ergenekon, Balyoz,
Erzincan ve emniyet genel müdür yardımcılarının davalarının şaibe altında olduğu,
bu davaların temelinin çürük olduğu, hâkim ve savcıların hukuku hiçe sayan
kararlar verdiği, soruşturmalarda görev alan polis, savcı ve hâkimlerin kişilere
tuzak kurdukları, bu görevlilerin örgütsel bir yapı içerisinde oldukları iddia edilmiş,
soruşturmada görev alan adliye ve emniyet mensupları şaibe altında bırakılmaya,
yargı etki altına alınmaya çalışılmıştır” iddialarında bulunuldu.
Sahte kimlikler görev için verilmemiş

Avcı’nın yine kitabında bazı emniyet müdürlerinin görevlerinden alınmalarıyla ilgli
yazdığı bölümlerde soruşturmayı yürüten adli personelin hedef gösterildiği,
yargılamayı etkilemeye çalıştığı iddia edildi. Avcı’nın ikametinden ele geçirilen ve
kendi fotoğrafıyla başkası adına düzenlenmiş pasaport, sürücü belgesi ve nüfus
cüzdanlarının da herhangi bir görev ve resmi amaçla kendisine verilmediği ve bu
nedenle sahte olarak Avcı tarafından kullanıldığı ve saklandığı kanaatine varıldığı
da belirtildi. Hanefi Avcı’nın yazdığı kitapta, kamuoyunda, ‘‘Ergenekon’’ ve
‘‘Balyoz Planı’’ adıyla bilinen önemli soruşturma ve kovuşturmaların kesin
hükümle sonuçlanmadan önce süreç içerisinde savcı, hakim, mahkeme, bilirkişi
veya tanıkları etkilemek amacıyla yazılmış bölümlerin mevcut olduğu belirtilen
iddianamede, yine kitapta, terörle mücadele eden savcı, hakim ve kolluk
kuvvetlerine suç isnadının yapıldığı, yetkilileri hedef gösteren bölümlerin olduğu
kaydedildi.
Eşi de sanık oldu
İddianamede, Avcı’nın eşi Şenay Avcı’nın da “ikametinde bulunan birden fazla
ruhsat süreleri dolmuş silahı bulundurma” suçundan 7 yıl 6 aydan 12 yıla kadar
hapis cezasına çarptırılması istendi. Avcı’nın evinde yapılan aramada bulunan
kendi ve eşi üzerine kayıtlı iki tabanca ve bir kaleşnikof tüfekin incelemesinde
Emniyet Genel Müdürlüğü kuvvesine kayıtlı olmadıkları tespit edilmişti. Şenay
294
Avcı’nın üzerine kayıtlı kaleşnikof silahın ruhsatının da iptal edildiği ve Emniyet
Genel Müdürlüğü’ne teslim edilmesi gerektiği iddianamede yer aldı.
SDP’lilere örgüt üyeliği suçlaması
Aralarında Sosyalist Demokrasi Partisi (SDP) üyelerinin de bulunduğu diğer 20
sanıktan 13’üne ise örgüt üyeliği suçlaması yöneltildi. Hanefi Avcı’nın arkadaşı
olan eski işkence mağduru Nejdet Kılıç da, “Devrimci karargah terör örgütü üyesi
olmak” suçlanıyor. 129 sayfalık iddianamede, tutuklu sanıklar arasında bulunan
eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı’nın, “Devrimci karargah terör örgütü ve
mensuplarına yardım” suçundan 7,5 ila 15, “Yargı görevini yapanı etkileme”
suçundan 3 ila 6, “soruşturmanın gizliliğini ihlal” suçundan 1.5 ila 4,5, “Terörle
mücadelede görev almış kişileri hedef gösterme” suçundan 1 ila 3, “ikametinde ele
geçirilen ruhsatsız silahlar nedeni ile 6136 sayılı yasayla muhalefet” suçundan 7,5
ila 12 ve “zincirleme şekilde kişisel verileri hukuka aykırı olarak ele geçirme”
suçundan da 2 yıl 10 ay ila 11 yıl 3 ay olmak üzere toplam 23 yıl 1 ay ila 51 yıl 9
ay arasında değişen hapisle cezalandırılması talep edildi.
Aynı zamanda Hanefi Avcı’nın arkadaşı olan yine tutuklu sanıklardan Nejdet
Kılıç’ın, “Devrimci karargah terör örgütü üyesi olmak” suçundan 7,5 ila 15 ve
“6136 sayılı yasada belirlenen bıçakları izinsiz bulundurmak” suçundan 1,5 ile 3 yıl
olmak üzere toplam 9 ile 18 yıl arasında hapisle cezalandırılması talep edilen
iddianamede, sanıklar SDP Genel Başkanı Rıdvan Turan ve Mahir Sayın, Osman
Bahar Okar, Semih Aydın, Hakan Tanrıverdi, Önder Sönmez, Oğuzhan
Kayserioğlu, Özgür Aytulum, Günay Kubilay, Ecevit Piroğlu, Kemal Hamzaoğlu,
Sultan Çelik Kubilay, Özgür Cafer Kalafat, Yaman Yıldız, Selda Başusta, Hakan
Soytemiz ve Tuncay Yılmaz, Ulaş Bayraktaroğlu ve İbrahim Turgut’un “Devrimci
karargah terör örgütü üyesi olmak”, “Ateşli silahlar kanununa muhalefet”, “sahte
kimlik bulundurmak”, “İzinsiz toplantı ve gösteri yürüyüşüne katılmak”, “İzinsiz
toplantı ve gösteri yürüyüşünde molotofkokteyli taşıma ve atma” gibi suçlamalar
yöneltildi.
(Cezaevine konuldukları günden bu yana medyada çıkan haberlerle ilgili
kendilerini savunmalarına olanak olmayan bu kişilerle ilgili iddiaların ne kadarının
doğru olduğu eğer adil bir yagılama süreci yaşanırsa ortaya çıkacak. Bu süreçte
hakkında en çok haber yapılan kişi elbette ki Hanefi Avcı’ydı. Avukatları ya da
cezaevinden gönderdiği mektuplarla kendisine yönelik suçlamalara yanıt vermeye
çalışan Avcı’nın sesi duyulmadı ya da duyuruymak istenmedi. Avcı’nın hem
hakkındaki iddialara yanıt vermesi hem de kafalarımıza takılan soru işaretlerini
giderebilmek için tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’ne gönderdiğim bir mektupla
kendisine bazı sorular yöneltmiştim. Kendisini görme olanağı buluna aracılar
vasıtasıyla sorularımı yanıtlayacağını söylemişti. Elinizde tuttuğunuz bu kitap
295
Avcı’nın sorularıma verdiği yanıtarla sona erecekti. Ancak kitap henüz bitmeden
Soner Yalçın ve iş arkadaşlarına yönelik yürütülen soruşturma kapsamında
kamuoyu bu çalışmadan haberdar edildi. Arama yapılan odatv’nin bilgisayarlarında
henüz tamamlanmamış bu kitabında bulunduğu ortaya çıktı. Ergenekon’un
yazdırdığı ima edilerek bir itibarsızlaştırma kampanyası yürütülen bu kitap
anlaşılan birilerini ürkütmüştü. Başlangıçta da söylediğim gibi üzerime atılan
şaibeleri gidermek adına kitap tamamlanmadan baskıya verildi. Haliyle Hanefi
Avcı’ya yönelttiğim soruların yanıtı da kitabın içinde yer alamadı. Bu satırlar
yazılırken yanıtlar halen de gelmemişti. Eğer ki beklediğim yanıtlar gelirse sonraki
baskılarda bu yanıtlara da yer vererek kutap tamamlanmış olacak.)
Sonsöz
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin 2002 yılında iktidara gelmesinden sonra
bürokraside ve özellikle de Emniyet camiasındaki Fethullahçı örgütlenme daha sık
dillendirilir oldu. Zanlıları ağırlıklı olarak askerlerden oluşan Ergenekon
operasyonlarının başlamasıyla birlikte, bu soruşturmaları yürüten polis teşkilatı,
eleştirilerin hedefinde yer almaya başladı. Ucundan kıyısından da olsa bir şekilde
Ergenekon’la doğrudan ya da dolaylı ilintisi olan çevrelerde ve giderek neredeyse
toplumun tüm katmanlarında soruşturmaların başladığı 2007 yılı ortalarından
itibaren, eskiden bu yana konuşulan Emniyet içindeki Fethullahçı örgütlenme
iddialarını daha fazla duyduk. Kimisi Ergenekon soruşturmalarının ilk etapta
şüphelisi sonradan da sanığı olarak lanse edilenlerin toplumsal ya da siyasi
kimlikleri nedeniyle, kimisi de sadece iktidarda olan AKP karşıtı “köktenlaik” ya
da şu sıraların moda deyimle “endişeli modern” oldukları için yürütülen
operasyonları eleştirdi. Zaten tüm bu süreç boyunca operasyonun kolluk kuvveti
olan polislere ve soruşturmayı yürüten başta Zekeriya Öz olmak üzere tüm
savcılara hep aynı eleştiri yöneltildi: Fethullahçılık.
Elbette suçlamaların odağında yer alan isim, kişi ve kurumların Fethullahçı olup
olmadığını bilmiyoruz. Ancak var olan duruma bakarak söylersek Ergenekon
soruşturması ve davasının, AKP’nin özgürlükleri kısıtlamak için kullandığı bir araç
olduğu tespiti yanlış olmaz. Bu soruşturma ve dava süreci aynı zamanda emniyet
teşkilatını kontrol altında bulunduran Gülen cemaatinin gücünü, soruşturmaya dâhil
edilmeye çalışılarak bertaraf edilmeye çalışan kimi rakiplerine (ÇYDD, ÇEV)
bakarak kurs ve bursların da dâhil olduğu eğitim pazarındaki tekelini koruma
iradesini ve pastadan aldığı dilim giderek daha da büyüyen mali gücünü de
yansıtması bakımından önem taşıyor.
Cemaatlerin, dini sivil toplum örgütleri olduğunu öne sürenler olsa da Gülen
hareketi için bu tespiti yapmanın ne kadar doğru olduğu tartışmalı bir konu.
1970’lerden başlayarak özellikle eğitim alanında yaptığı yatırımlarla, geleceğin
296
yönetici kadroları olacağını düşündükleri “Altın Nesil”, tam da hesaplandığı gibi
2000’li yıllarla birlikte artık bürokrasiye yerleşmiş durumda. O zaman başta polis
teşkilatında olmak üzere bürokrasinin her kademesinde ve henüz ne kadar yaygın
olduğunu bilmesek de TSK içinde de örgütlendiği bilinen bu cemaatin gerçekten
sivil olduğunu söyleyebilir miyiz? Ya da devleti kendi inançları doğrultusunda
yönetmeyi arzu etmediğine, böyle bir niyeti olmadığına inanabilir miyiz? Hele ki
ülkenin en önemli hesaplaşmalarından birine sahne olan Ergenekon soruşturmaları
ve davalarının üzerindeki en büyük gölgenin, polis ve yargıdaki örgütlenmesi
nedeniyle Gülen cemaati olduğunu kimse inkâr edemezken. Ve işte tam da bu
nedenle ideolojik hesapları olanların da varolduğunu gerçeğini gözardı etmeyerek,
yaratılan bu korku ikliminden beslenenlerin, bel bağladığı tek umut kapısının darbe
yapacak bir ordu olmasının bize anımsattığı tek şey, “İki ucu pis değnek” sözü
oluyor.
Elinizde tuttuğunuz kitabın çıkış noktasını da bu durum oluşturuyordu. Bunun yanı
sıra, Türkiye’nin tanınmış polis müdürlerinden Hanefi Avcı’nın yazdığı ve
emniyetteki cemaat örgütlenmesini anlatarak bir takım suçlamalarda bulunduğu
kitabının yayımlanmasından sonra kendisini demir parmaklıklar arkasında bulması
da nedenlerden biriydi. Aslında Avcı’ya gelene dek birçok tanınmış etkili ve
önemli isim benzer oyunlarla artık “Cemaatin kalesi” diye adlandırılan Emniyet
teşkilatından uzaklaştırılmıştı. 6 yıl İstihbarat Daire Başkanlığı yapan Sabri Uzun,
Atatürkçü laik olarak tanınan Emin Arslan, tarikatlara yakınlıklarıyla bilinen Faruk
Ünsal, Orhan Özdemir, Mustafa Gülcü ve Celal Uzunkaya en sonunda da siyaseten
ülkücü geçmişe sahip ve Fethullah Gülen cemaatine de çok yakın durmuş bir isim
olan Hanefi Avcı ardı ardına görevlerinden olmuştu. Farklı kutuplarda yer alan bu
isimlerin ortak noktası ise Emniyet İstihbarat ve KOM Daire Başkanlıklarında
görev yapmaları ya da bu birimlerden sorumlu emniyet genel müdür yardımcıları
olmalıydı. Bu isimlerin kızak görevlere çekilmesinin nedeni Avcı’nın,
tutuklanmasına da neden olan meşhur kitabıyla kısmen anlaşıldı. Kitapta yazılan
iddialar doğru ya da yanlış diye bir hükme varmak en azından şu aşamada
bilemeyeceğimiz bir gerçek. Ama bu iddiaların ne kadar doğruyu yansıttığın
anlamak için elinizde tuttuğunuz bu kitap bir rehber niteliğinde. Daha da önemlisi
özelde Ergenekon soruşturmaları ve bununla birlikte başlayan süreci de bu kitabı
okuduktan sonra değerlendirmek için de önemli bir kaynak.
Susurluk’tan sonra derin devletin bir kez daha paçasından yakalandığını
düşündüğümüz Ergenekon soruşturmaları kanımızca gelinen süreçte toplumun
hemen her kesimi için yaratılmış bir illüzyon olmaktan öteye gidemedi. İstisnasız
hepsi askerin tokadını yemiş ya da kurbanı olmuş Kürtler, İslamcılar, sosyalist sol
biraz zorlarsak ulusalcılığı reddeden sosyal demokratlar ya da birazcık vicdan
sahibi olan kesimler bu illüzyondan kendilerine gösterilmek istenenle karşılaşınca
sesini de çıkarmaz oldu. Adlarını saydığımız bu grupların her biri için bir
297
soruşturma dosyasına eklenen, akıl ve vicdanlarda suçla anılan kimi sanıklarla da
bu illüzyonun gerçek olduğuna inanmamız istendi. Oysaki ne derin devlet
sorgulanıyordu ne de onunla bir hesaplaşma niyeti vardı. Kimisinin suçluluğundan
emin olduğumuz bu sanıkların hiç biri maalesef gerçek suçlarından yargı önüne
çıkarılmış değil. Mesela Arif Doğan’dan çıkan ve içlerinde devlet adına yapılan
hukuksuz faaliyetleri anlatan 8 çuval dolusu JİTEM belgesi “devletin âli çıkarları”
gerekçesiyle sansürlenerek kamuoyunun görmesi engellendi. İşin kötüsü cemaat ya
da AKP karşıtı herkesi için soruşturma açarak Ergenekon, KCK ya da Devrimci
Karargâh torbalarına dolduran savcılar, Güneydoğudaki savaş bölgesinde yaşanan
hukuksuzlukların delili olan bu belgelerde anlatılan resmi yazışmalar için şu ana
kadar herhangi bir işlem yapmadılar. Ya da Ergenekon’un her iddianamesinde
Hrant Dink’in herkesin bildiği bir cinayetle öldürülmesine atıf yapılırken ilginçtir
bu soruşturma ne Ergenekon kapsamına alındı ne de eldeki sanıklardan bir adım
ötesine giden bir gelişme gösterildi. Cemaate dokunan yargı mensuplarının her
birine Erzincan Başsavcısı İlhan Cihaner’e yapıldığı gibi medyanın tetikçiliğinde
en alasından haddi bildirildi. Adeta tek merkezden çıktığı izlenimi veren basit
senaryolar isimsiz ihbar mektupları, makbul sayılan itirafçı ve gizli tanık
ifadeleriyle hayata geçirildi. Bu senaryolar cemaat medyasında soruşturma
yapılmasının önünü açacak haberler servis edilerek de at izinin it izine
karıştırılmasının önünü açtı. Bu sürecin böyle olduğunu dile getiren en önemli
isimlerden biri de Hanefi Avcı’ydı. Ancak o da her cemaat karşıtı gibi kendini
cezaevinde buldu. Avcı’nın iddiaları mecrasından kaydırılarak, neden bu iddiaların
dile getirildiği tartışmasına dönünce medyanın geneline hâkim olan tutum büyük
bir sessizlik oldu. Bu sessizliği bozanlarsa konuyu odağından saptırmakta pek bir
mahir davrandılar. Ergenekon soruşturmalarında “en cevval haberlere imza atan”
bir kısım medyanın Hanefi Avcı’nın iddialarına ilişkin takındığı tutum bunun en
bariz örneğiydi. Kitapta Avcı’nın iddialarında geçen “cemaat” sözcüğünün yerinde
“Ergenekon” yazsaydı acaba bu “meslektaşlarımız” neler yazardı merak içindeyim.
Bir dönemin mağdurlarının, zulmedenlerle hesaplaşmasına dönen bu sürecin de bir
gün hesaplaşılan bir dönem olup olmayacağı bize yine zaman gösterecek.
Bu kitapla amacımız elbet bir takım suçlamalara maruz kalan emniyetçileri ve
elbette Ergenekon sanıklarını aklamaya çalışmak değildi. Kısaca, “Kral çıplak”
diyenlerin başlarına ne geldiğini göstermek istedik. Çünkü maalesef bunu yapan
medya organları ya da gazeteciler yok denecek kadar az. Var olanlar da ekonomik
ya da ideolojik gerekçelerle türlü biçimlerde sansürlenerek susturulmuş durumda.
Bu yüzdendir ki son dönemde Ergenekon ve benzeri soruşturmalara ilişkin yazılan
kitapların sayısında ciddi bir artış görülüyor. Haber yazamadığı için kitap
yazanların yanı sıra, yazılan yanlı ve “rıza üretimi” gerçekleştirmek maksadıyla
yapılan haberlerin derlendiği kitaplar da mevcut elbette. Ancak görünen o ki,
298
kravatlı vesayet iddiaları artarsa haber yapılamayan ülkede belki kitap yazmak
değil ama okuyucuya ulaştırmak hayli zor olacakmış gibi görünüyor......SON